Aganta Burina Burinata veya Portakal, Greyfurt, Mandalina

Cumhur Gökova: “Yaşamak, bir seyahat.”

Yaşamı her şeyin üstünde tutan insanlar vardır. Bilindik rotalara sapmayan, tehlikeden kaçmayan, kimseyle yarışmayan, hesap vermeyen, hesap sormayan. Belki tam da bu yüzden hayat en eğlenceli rotaları onlara gösterir, en güzel maceraları onlara sunar.

Bu insanlardan birisi, Türk denizciliğinin önemli isimlerinden Cumhur Gökova. Gökova hayatı hep içinden geldiği gibi yaşamış. Gezmiş, dolaşmış, sevmiş, öğrenmiş, öğretmiş. Sonunda yaşamak onun için bir seyahat olup çıkmış.

Gökova’yla, oğullarıyla birlikte yönettiği Gökova Yelken Akademisi’nden mola alıp da İstanbul’a geldiği bir günde buluştuk. İnsanın içini ısıtan, yüzünü güldüren hikâyesini kendisinden dinledik.

 

 

Kayhan Yavuz: En başa dönelim. Hikâyeniz ne zaman, nerde başladı?

Cumhur Gökova: İlk evim, Adapazarı, Akyazı köyü. Babam Köy Enstitüsü mezunu bir öğretmendi. Her gittiği köyde bir kitaplık kurardı. O kitaplıklardan okuduğum seyahatnâmelere, macera kitaplarına merak sardım. Mesela, Jules Verne’in kitapları, 80 Günde Devri Alem. Bunları okuya okuya seyahate heves ettim.

60’ların sonunda, sağcı-solcu çatışmaları başlamıştı. Okulun önünde soruyorlar, “Sağcı mısın?” “Yok, değilim,” diyorum. “Ha, demek solcusun, git öbür kapıya” diyorlar. Öbür kapıya geliyorum, “Solcu musun?” “Yok, değilim, sağcı da değilim solcu da değilim!” O gün de bugün de hiç alâkam olmadı parti işleriyle, siyasetle. Neyse gittim babama dedim “Baba ben dünya seyahatine çıkacağım!” Babam da bu sağcı-solcu çatışmalarından korkuyor. “Git oğlum,” dedi. “Ceketimi satar yollarım seni!” Hani yeter ki, bu işlerden uzak kalayım.

KY: Valla bravo! Herkes o çağda, o yaşta genç bir adamı tek başına salmazdı yurtdışına. Babanız yürekli adammış.

CG: Evet, öyleydi! Ben pasaport çıkartacağım, valiliğe gittim. Orda daktilocular vardı, işi onlar yapardı. Adam baktı, “Tamam ama,” dedi, “sen daha 18 yaşındasın. Daha askerliğini yapmamışsın. Yurtdışına gidersen pasaportunu uzatmazlar, orda kalırsın, dönemezsin.” Ben başladım ağlamaya, gidemeyeceğim diye. Adam dedi, “Dur yahu ağlama. Seni iki yaş büyüteceğiz, gidip askerliğini yapacaksın. Ondan sonra gidersin.” Ben gene başladım ağlamaya. “Benim iki yaş büyük ablam var, olmaz o iş.” Adam ne dese beğenirsiniz: “Olsun, sizi ikiz yaparız!”

KY: Yok, artık!

CG: Valla, öyle! Biz ablamla çıktık hâkimin karşısına. Babam yanımızda, dayım da şahidimiz. Hâkim bi’ ablama baktı, bi’ bana baktı. “Oğlum,” dedi, “doğruyu söyle. Sen neden yaşını büyütmeye çalışıyorsun?” Daktilocu tembihlemişti önceden beni. Hemen hazırola geçtim, yüksek sesle: “Vatani vazifemi bir an evvel ifâ etmek için, efendim!” dedim. Hâkim baktı, “Millet askerden kaçar sen askerlik mi yapmak istiyorsun? O zaman yaptım, gitti,” dedi. Ben bir günde iki yaş birden büyümüş oldum.

 

 

KY: Ve hemen askere!

CG: Evet, tarih 15 Ağustos 1968. Askerde havacı oldum, tesadüfen. Orada dediler ki, Amerikalıların “Best of the Best” adında bir eğitim programı var. Aranızdan beş kişi bu programa seçilecek ve eğitmen olarak yetiştirilecek. Sporda başarısı olanlar öne çıksın. Liseden jimnastik madalyalarım vardı, hatta Türkiye ikinciliğim vardı. Benimle beraber, birkaç kişiyi daha aldılar, bizi Eğirdir’e, komando okuluna götürdüler. Hepimizi komando eğitmeni yapacaklar. Hava paraşüt komando.

KY: Siz Avrupa’ya gidecektiniz ama kendinizi Isparta’da buldunuz.

CG: Isparta’dayım ve dağlarda geziyoruz. İşte beş kişi bir kasabayı nasıl ele geçirir? Harekâtta nasıl havadan göle inilir? Bunlara çalışıyoruz. Derken “Köprü nasıl havaya uçurulur?” eğitimine başladık. Pusulayla sana koordinatları veriyorlar, dalıyorsun, ufak kutular var suyun altında, onlara bombaları yerleştiriyorsun. Tabii ses bombaları bunlar, eğitim materyali. Sonra çıkıyorsun ve bekliyorsun. Eğer o kutular aynı anda patlarsa başarılı sayılıyorsun. Fakat işte arkadaşlardan biri sağ olsun, yanlış ayar yapınca bomba yanlış zamanda patladı. Bir hafta kulak çınlamasından uyuyamadım.

KY: Peki bu olanlar sizi maceradan vazgeçirmedi mi?

CG: Yok. Ben terhis olur olmaz Avrupa’ya çıktım. Ailem, akrabalarım beni Edirne’ye getirdiler. Sırtımda bir çanta, bir uyku tulumu ve çadırla çektim gittim. Edirne’den İsviçre’ye, ormanda yatarak, otostop yaparak gittim. Tabii komando eğitimi almış bir adamım. Temmuz 1970’de İsviçre’ye ulaştım.

KY: Neden İsviçre?

CG: Dayılarımdan biri orda yaşıyordu, Zürih’te.

 

 

KY: Dünya seyahatine oradan mı başlıyorsunuz?

CG: Evet ama daha önce bir şey oluyor. Bizim bir paşa dedemiz var, Ahmed Zülfikâr Paşa. Mısır’da sürgündeymiş. Annem, ki herkes vapurdan korkardı o zaman, sık sık gemiye biner onu ziyarete giderdi. Derken adam vefât ediyor, bütün mirasını anneme bırakıyor, Hikmet hanıma. Bir tek şart koşuyor: Mirası kimseyle paylaşmayacaksın. Annem kara kara düşünüyor. Mirası alıp getirirse babamdan daha çok parası olacak, belki de evde huzursuzluk çıkacak. Yok parayı kardeşleriyle paylaşsa o zaman da paşanın vasiyetine aykırı davranmış olacak. Sonunda karar veriyor. Bana, “Oğlum, git o parayı al, hayırlı işlerde harca. Fakat sakın mal mülk edinme,” dedi.

KY: Babanız karışmıyor mu bu işe?

CG: Yok yahu, annem Çerkez kadını, kim karışabilir ona! Öyle ben kalkıyorum, 20 yaşında, İsviçre’den Mısır’a gidiyorum.

KY: Dünya turuna başlayamıyorsunuz ama İsviçre, Mısır, çaktırmadan dünyayı gezip duruyorsunuz…

CG: Evet, tur kendi kendine başlamış oldu. 1971’in sonu, Mısır’a geliyorum. Bakıyorum, paşanın bıraktığı inanılmaz bir müzik aletleri koleksiyonu var. O zamanın müzik kutusu mesela… hangi milletin parasını atarsan o ülkenin müziklerini çalıyor. Böyle bir sürü şey. Ben ne var ne yok satıyorum, elimde bir valiz dolusu Mısır Lirası, havaalanına geliyorum. Orada öğreniyorum ki, Mısır parasını yurtdışına çıkarmak yasak. Elimde bir valiz para, kalakaldım!

KY: Nasıl bir para bu?

CG: O zamanın parasıyla yaklaşık 650 bin dolar.

KY: Servet bu! Alım gücü olarak bakarsanız, o gün 650 bin dolar bugünün 10 katı eder.

CG: Evet ama parayı kullanamıyorum, daha doğrusu çıkaramıyorum ülkeden. Neyse, önce bir otele yerleşiyorum. Sonra başlıyorum her sabah bir torba Mısır Lirası’nı alıp Piramitler’in oraya gitmeye. Turistlere yanaşıyorum, banka bir mi veriyor, ben 1,5 veriyorum, 2 veriyorum. Parayı yavaş yavaş Alman Markı’na, İsviçre Frangı’na dönüştürüyorum. Bütün parayı dövize çevirip İsviçre’ye geri dönüyorum.

 

 

KY: Cebinizde 650 bin dolar.

CG: Evet, 650 bin dolar.

KY: Yelkenle o zaman mı tanışıyorsunuz?

CG: Şöyle oldu. Zürih’te göllerde tekneye biniliyor. Orada baktım birisi bir teknenin başında duruyor. Sordum, dedim, “Tekne senin mi?” Çocuk anlattı. İşte benim değil, ben teknede çalışıyorum, saati şu kadar Frank’a kiralıyoruz. Dedim, “Sen ne kadar veriyorsun saatine?” “Ben ne vereceğim, ben zaten tekneye bakıyorum, onlar bana para veriyorlar,” deyince, ben uyandım. O gün, “Tamam ben mesleğimi buldum, yelken hocası olacağım,” dedim. Hem gez hem para kazan!

Tabii, aklımda hep yelkenle dünya turu var. Fakat önce bir Avrupa’yı gezmek istedim. Daniel var, yakın arkadaşım. Ona dedim ki, “Gel bir jip alalım, Avrupa’yı turlayalım!” Gittik bir “181 Volkswagen” aldık, yola çıktık. Çekoslovakya hariç her yeri gezdik o jiple. Sonra dedim, “Gel, Afrika’ya gidelim!” O gelmek istemedi bu sefer. Ben de o zamanki kız arkadaşım Margaret Belche ile birlikte yola çıktım. Bir de babasının bana hediye ettiği tüfek! Nijerya’ya, Lagos’a kadar gittik birlikte. Orada jipi sattım, uçakla İsviçre’ye geri döndük.

KY: Yıl 1973. Böylece Sahra’yı geçen ilk Türk oldunuz.

CG: Evet, öyle biliyorum.

KY: Arkasından Kuzey Kutbu’na gidiyorsunuz. Bu sefer de Kuzey Kutbu’na giden ilk Türk oluyorsunuz.

CG: O da şöyle oldu. Afrika’dan dönüşte okula yazıldım, navigasyon kursuna. Derste hoca anlatmıştı. En zor yer Kuzey Kutbu’ymuş. Çünkü kutba yaklaştıkça metrikler değişiyor. Manyetik sapma dediğimiz mesele. Yani sürekli ayar yapmanız lazım. Ben bunu duyunca kararımı verdim. “Önce Everest’e çıkarsak diğer dağlar oyuncak gibi görünür” diye düşündüm ve Daniel’e dönüp, “Kuzey Kutbu’na gidiyoruz,” dedim.

Tabii, önce bir tekne almamız lazım. Birlikte İngiltere’ye gittik ve Southampton’da bir tekne bulduk. El yapımı bir tekne. Adam dünya turu için yapmış ama karısını razı edemeyince kalmış. O tekneyi aldık. 1 Nisan 1974’te Kuzey’e doğru yelken açtık. Önce Oslo’ya, ordan Gdansk, Riga, St. Petersburg ve Norveç fiyordlarına gittik. Hiç giden Türk yok daha oralara. En sonunda Spitsbergen’e. Güneş’in 24 saat batmadığı noktaya. Tarih, Temmuz 1974. En büyük amacımız “gece güneşi”ni görmekti zaten. Gece 12’de güneşi görüyorsunuz, gökyüzü yemyeşil oluyor.

KY: Ne kadar zamanda yaptınız bu turu?

CG: Üç ay sürdü. Yaz bitmeden İngiltere’ye geri döndük.

KY: Zor olmadı mı? İlk tekne yolculuğunuzda kutba gitmişsiniz.

CG: Zor mu kolay mı, bilmiyoruz ki biz! Daha doğrusu kolayını bilmiyoruz ki, zorunu tanıyalım.

(Tam bu sırada telefon geliyor. Cumhur Bey, Instagram’da fotoğrafını görüp de nasıl bu kadar formda kalabildiğini soran tenis hocası arkadaşını sabah sporuna davet ediyor. Cumhur Gökova gerçekten de yaşına göre, şaşırtıcı ölçüde dinç ve dik duruyor. Bunun sebebinin, her sabah tekrarladığı 900 hareketten oluşan egzersiz programı olduğunu söylüyor.)

 

 

KY: Sadun Boro’nun dünya turu 1962-65 arası. Siz de ondan birkaç sene sonra yollara düşüyorsunuz.

CG: Biz hep onun açtığı yoldan gittik. Hatta Daniel’i öyle ikna ettim. Dedim “Bak adam karısıyla yaptı. Biz iki erkeğiz, daha da kolay yaparız.” 1970-78 arası yaptığıma “dünya gezisi” diyorum, tam dünya turu değil. Daha sonra 2010-12 arasında tam dünya turunu yaptım.

KY: Yine de Boro’dan sonra, Atlantik Okyanusu’nu geçen ikinci Türk sizsiniz.

CG: Evet. Atlantik geçişleri ve dünya turları ayrı değerlendirilir zaten.

KY: Sizin Kuzey Kutbu seyahatiniz aslında bu “dünya gezisi”nin de startı. Oradan ara vermeden yelkenle Cebelitarık’a gidiyorsunuz ve aşağıya, kıyı boyunca inerek Afrika’ya ulaşıyorsunuz.

CG: Ben Atlantik geçişinde alışıldık rotayı izlemedim. Önce Tanca’dan aşağıya Senegal’e indim, okyanusu oradan geçtim. 1974’ün Kasım ayında doğruca Karayipler’e yelken açtık. 26 günde Atlantik’i geçişini tamamlayıp Barbados’a vardık! Derken Rio’da karnaval dediler, biz de aşağıya, Güney Amerika’ya indik. En sevdiğim yer de Rio oldu.

KY: Belli ki sizin, “şu turu tamamlayayım da tarihe geçeyim” gibi derdiniz yok.

CG: Yok, hiç öyle bir derdim olmadı. Benimkinde bir zaman mefhumu yok ki, benimki bir hayat tarzı. Benim hayat tarzım “gitmek” olmuş.

KY: Peki sonra?

CG: Annemin benden bir isteği vardı. “Bana bir diploma gönder, yeter” demişti. Bir de şu para bitmeden bir meslek edineyim dedim. Kanada’ya gittim. Çerkezlerde hepimiz bir kişiyi hayat hocası seçeriz. Benim hayat hocam da Kanada’da, Vancouver’da, halamın doktor kocası. Bizim köyde Deli Murat derlerdi ona. Galatasaray mezunu, sıra dışı bir adamdı.

Orda önce sualtı fotoğrafçısı olmayı düşündüm, kursuna gittim. Sonra kayak hocası olayım dedim, onun diplomasını da aldım. Sonra tenis hocalığı yaptım. Havacı olduğum için pilot okuluna yazıldım. Oradan yangın söndürme pilotu olarak diplomayı da aldım. Cesna’yla uçuyoruz. O işte kalırım sandım ama tek başına uç babam uç, sonunda sıkıldım. Yelkenlinin yanında hapis gibi geldi o bana. En sonunda yelkende karar kıldım. Çünkü yelkende istediğin yere gidersin, şarabını içersin, arkadaşlarını davet edersin. Bu bir iş bile değil! Bundan güzeli var mı!

KY: Herhalde yelken dünyasında “hocaların hocası” olarak anılmanızı sağlayan süreç de öyle başladı.

CG: Evet, ben Türkiye’ye gelene dek, yelken hocalığı için şöyle bir yöntem izleniyordu. Belli sayıda aday çıkınca Federasyon İngiltere’den eğitmen getirirdi. Gelen hoca burda eğitimi verir, sınav yapardı. Ben İngiltere’den hocalık belgesi alınca artık buna gerek kalmadı. İlk hoca oldum. Öğretmenlik belgemin numarası da “1” zaten. Türkiye Yelken Federasyonu tarafından şu ana kadar Turkiye’de sadece bir kişiye verilen “YY7 Eğitmen Eğiticisi” belgesi. Böylece bana “hocaların hocası” demeye başladılar.

KY: Çok öğrenciniz oldu mu?

CG: 14 bin 141 öğrenci.

KY: Şu anda lisanslı yelkenci sayısının 5 bin civarında olduğunu düşünürsek bu gerçekten de inanılmaz bir rakam. Türk denizciliğine hoca olarak da girişimci olarak da epey katkınız var.

CG: Çok şey yaptım ama bir plan dahilinde yapmadım. Aklıma gelen, eksik olduğunu düşündüğüm konulara katkı yapmaya çalıştım. Türkiye’ye ilk yabancı okul şubeliklerini getirim. Sonra yurt dışında şubeler açtım. Çin’de, Moskova’da, Gökova adı altında okullar. Yelken sevgisini aşılamak için çocuklara, gençlere ücretsiz kurslar. Onun dışında 1989 yılında dört arkadaşımla Marmaris Yelken Kulübü’nü kurdum.

KY: Sizin yetiştirdiğiniz öğrenciler arasında dünya turu yapmış olanlar, tanınmış kişiler, başarılı sporcular var. Hayatına dokunduğunuz çocuklar, gençler var. Bunlardan birisi paralimpik yelkenci Hüseyin Akbulut. Nasıl tanıştınız onunla?

CG: Marmaris pazarında tanıştık. Hüseyin engeline rağmen karpuz satıyordu. O kadar güzel işini yapıyordu ki, dedim gel seni yelkenci yapayım! Birden, o an aklıma geldi bu fikir. O kadar başarılı oldu ki! Bir kere Türkiye’nin ilk engelli yat yarışçısı ve yelken eğitmeni kendisi. Türkiye şampiyonalarında defalarca kez birinci oldu, milli takıma seçildi. Dünyada madalyalar, kupalar kazandı. Şimdi antrenör, kendi okulu var Marmaris’te.

KY: Çok güzel bir hikâye bu. Fakat denizin karanlık bir tarafı da vardır. Fırtınası, tehlikesi, korsanı, kazası, tatsız tarafları… Mesela, sizi denizde en çok ne korkutur?

CG: Hiçbir şey korkutmaz. Ha, sadece bir kez korktum, şimdi hatırladım. Pilotlar bir grup kurup Atlantik geçişi yapmak istiyorlardı. Bir de gazeteci almışlardı yanlarına, o da röportajları yapacak. Karayipler’den gelirken, epey dalgalı bir havada kameraman arkadaş dengesini kaybedip suya düştü. Bir tek orada korktum. Çünkü dalgalar çok büyük, o kadar büyük ki, adamı göremiyorum. Adamı bir görüyorum, bir kaybediyorum. Üç kişiye dedim ki, “Siz hiçbir iş yapmayacaksınız, sadece parmağınızla adamı göstereceksiniz!“ Ne zamanki yanına vardık, o zaman rahatladım. Adamı tekneye aldık, baktım hiç korkmamış, efendim, onu alacağımdan eminmiş. Onun dışında hatırlamıyorum korktuğumu. 80 knot fırtınaya da yakalandım ben. Hani dalganın tepesine çıkınca dünyanın yuvarlak olduğunu anlarsın, öyle bir fırtına. Harikeyn yani. Ama ben fırtınayı da avantaja kullanırım. O dalganın tepesinden inerken yakaladığınız hız çok başka bir keyiftir.

 

 

KY: Siz her problemi fırsat gibi görenlerdensiniz…

CG: Zaten mutluluğun sırrı orada. Mutluluğun sırrı, negatif olayları pozitife çevirmektir.

KY: Peki yıllardır denizdesiniz, çevre problemlerini en yakından gözlemleyen kişilerden birisiniz. Bir yanda korkunç bir kirlenme var, öte yanda kampanyalar, bilinçlendirme çabaları. Sizce gidişat nasıl?

CG: İyi değil tabii. Bu değişim Güney Afrika’da çok bariz mesela. Orada küresel ısınmadan dolayı ineklerin gözleri kör oluyor. Bu gidişatı durdurmak çok zor görünüyor. Fakat şu da var, insanımızda son yıllarda bir bilinçlenme görüyorum. Şu anda kursiyerlerde o bilinci görmeye başladım. Güney’de tur yapan arkadaşlar da bilinçlenmeye başladılar. Eskisi gibi, her bulduklarını denize atmıyorlar artık. Genelde bir dikkat var yani. Bu da iyiye işaret.

Çevre meselesi hem evrensel hem kişisel bir konu. Çoğu kişi dünyanın havasını ormanların temizlediğini düşünür. Oysa asıl etken denizin dibindeki yosunlardır. Asıl onlar yapıyor temizlik işini. O nedenle denizlerin temizliği hayati önemde. Ben şu anda 74 yaşındayım. Bugüne kadar neredeyse hiçbir sağlık sorunu yaşamadım. Gözlerim hiç bozulmadı. Bunu biraz da denizdeki yaşamıma, denizde sürekli oksijene maruz kalmama borçluyum. Elbette, düzenli egzersiz yapmaya da. O nedenle herkesi denizde yaşamaya ve denizleri temiz tutmaya davet ediyorum.

KY: Sohbet tam da umduğum yere geldi. Siz uzun yaşama konusuyla çok ilgilisiniz. Yılların denizcisi, “hocaların hocası” ve biraz da sağlık ve mutluluk timsali birisi olarak sormak isterim: Gençler kendilerine nasıl baksın?

CG: Yapılacak şey belli: Her sabah yoga, Tibet yogası. Onun dışında günde 30 dakika güneşte kal ve bol oksijen al. Her sabah temiz havada yürü, minimum altı kilometre. Koşmak yok, performans sporları yaşlandırır, uzak dur. Çıplak ayakla çakıl taşında yürüyebilirsin. Hiç ilaç kullanmadım, siz de kullanmayın. Bir de su iç. Hep su taşırım, su içerim. Ve düzenli seks. Bunları yap, büyük ihtimal, 100 yaşını görürsün.

 

Söyleşi: Kayhan Yavuz, Setur Marinas Highlights Editörü