Hani bir tabir vardır, kimilerine pek yakışır: Derya deniz. İlker Meşe tam bir derya deniz. Bir kere işi deniz, mesleği denizcilik. Sonra yazar, denizcilik kitapları yazıyor ve yayımlıyor. Bir koleksiyoner. Denize dair objeleri ve sanat eserleri topluyor. Sivil toplumcu, pek çok dernekte denizcilik için görev alıyor. Bunların üstüne bir de müzecilik ekleniyor. Türkiye’nin ilk Deniz Ticaret Müzesi’nin kurucusu ve hamisi. Denize dair bu kadar sorumluluğu üstlenen birisine daha denk gelmek pek kolay değil. Ama İlker Meşe’nin asıl sorumluluğu denizcilik geleneğini yaşatmak. Zaten bizim sohbetimiz de gelip bu noktada yoğunlaşıyor.
Kayhan Yavuz: Sizi biraz tanıyalım.
İlker Meşe: Ayancık Sinop doğumluyum, ilk ve ortaokulu Ayancık’ta okudum. Liseyi Kabataş Erkek Lisesinde yatılı okudum. Daha sonra Ortaköy’deki Yüksek Denizcilik Okulu’nu bitirdim. Okulu bitirdikten sonra DB’deniz Nakliyatına ait çeşitli gemilerde Vardiya Mühendisi ve 2. Mühendis olarak görev yaptım. Daha sonra Boras Denizciliğe ait 2 geminin yapımı sırasında kontrol mühendisliği yaptım ve aynı gemilerde 2. Mühendis ve Baş mühendis olarak çalıştım. Yaklaşık 11 senelik deniz hayatından sonra 1989 yılında denizi bırakarak ticarete başladım.
KY: Bir yandan da sivil toplum işlerinin içinde oldunuz.
İM: Evet. Sivil toplum kuruluşlarında görev aldım, Uzun yıllar İTÜ Denizcilik Fakültesi (YDO) Mezunları Vakıf Başkanlığı yaptım. İki senedir de kurucusu olduğum Uzak Yol Başmühendisler Derneği Başkanlığını yapıyorum. Aynı zamanda öğretim üyesi olarak Üniversitelerde derslere giriyorum. Bir yandan gemi objeleri topluyorum. Hep onları kullanan insanları düşünerek hareket ediyorum. Hepsi benim için değerli çünkü yaşanmışlıkları var. Böyle böyle müzecilik başladı. Sanat merkezi ve kütüphane de kendiliğinden oluştu.
KY: Onlara geleceğiz ama sizin deniz tutkunuz nereden geliyor? Önce onu soralım.
İM: Dedemden geliyor. Çatalzeytin’li Meşe Kaptan’ın torunuyum. Dedemin adı Asım Meşe. Benim de ilk adım Asım. Dedem zamanında takası ile Rusya’dan tuz taşırmış. Cumhuriyetten sonra ithalat başlayınca, ticarete başlamış. Çatalzeytin’de Azaklı oğulları denildiğinde bizimkiler akla gelir. Anne tarafım Karahan sülalesi. Çatalzeytin’in ilk Belediye Başkanı da bir Karahan. Babam hem babasının yanında çalışıyor hem de iyi top oynuyor. Bu yeteneği sayesinde Ayancık Orman İşletmesi’nde işe giriyor. Bu yüzden ben ve iki kardeşim Ayancık doğumluyuz. Babamla sohbetlerimde hiç bizim denizci tarafımızdan bahsetmezdi. Ben çok sonradan öğrendim. Denizci olmak kaderimde varmış. Deniz kenarında doğdum, denizin kıyısında okudum, denizde çalıştım, bugün de denizin kıyısında yaşıyorum. Denizi görmeden, denize bakmadan yaşamam çok güç.
KY: Ekmeğinizi denizden kazanıyorsunuz ama sonra yine denize yatırıyorsunuz.
İM: Yaptığımız bütün işler de hep denizle ilgili. Dünyanın 160 limanında deniz kimyasalları satıyoruz. Yedek parça veriyoruz, kalibrasyon yapıyoruz. Yağ yakıt analizleri yapıyoruz ve bunları yorumluyoruz. Şirketlerde ve ofiste sürekli denizcilere eğitimler veriyoruz. Türk denizciliğinde birçok ilk işi biz yapmışızdır. İlk kimyasal ithalatçısı, ilk türbin tamircisi, ilk yakıt yağ analizleri, ilk yerli PMS yazılımı, ilk deniz ağırlıklı kalibrasyon firması. Hep denizciliğimize nasıl katkıda bulunuruz, armatörlerimiz için nasıl alternatif oluşturabiliriz diye düşündük. Bunda başarılı olduğumuza inanıyorum.
KY. Yayıncılık, koleksiyonerlik, müzecilik. Şöyle bakıyorum da ofisiniz deniz objeleriyle dolu.
İM: Mesela şu çan sınıf arkadaşım Muhsin Aytuğ’un hediyesi. Şu sehpanın üstü aslında bir kamara kapısı. Buna ayaklar yaptırdım, sehpa oldu.
KY: O zaman sizin uğraşı listenize tasarımcılığı da ekleyelim.
İM: Benim yaptığım şey, güzel parçalara yeni bir işlev kazandırmak, kullanılır hale getirmek yani bir şekilde onlara yeniden hayat vermek. Yoksa kalmaz, yok olur giderler. İşte bir feneri alırsın, ahşabını yaptırırsın, lamba olur. Ortaya çok hoş bir şey çıkar. Şuradaki koltuklar bile gemiden çıkma. Mesela girişteki resepsiyon masası eski bir filikadan yapıldı. Yemekhanemizdeki masa da öyle, aynı gemideki gibi otururuz. Herkesin yeri bellidir, yemek saatlerimiz de aynıdır.
KY: Buna itiraz eden kimse çıkmıyor mu? Hani, “İlker Bey, denizde değiliz, şirketteyiz,” diyen?
İM: Yok çünkü burada çalışan herkes denizci. Hepimiz geleneğe bağlıyız. Ayrıca bu bir disiplindir. Bir kez o disiplini aldınız mı bırakamazsınız.
KY: Siz bu toplama işine nasıl başladınız? Bir ara bir gemi söküm tesisi alıyorsunuz İzmir’de Aliağa’da. Oradan da pek çok obje çıkıyor. Öyle mi başladınız?
İM: Ondan çok önce başladım. Her zaman ilgim vardı. Gemi sökümü yaparken hep bunu düşündüm. Çünkü benim gemi sökümüne bakışımla bir söküm tersanesi sahibinin bakışı farklıdır. Onlar bir ticaret olarak bakar, her parçayı değerlendirir, paraya çevirirler. Bense, bir gemide çalışmamış olsam da o gemide çalışmış insanları anlayabiliyorum, onlarla bağ kurabiliyorum. O hangi objeye değer veriyorsa ben de ona değer veriyorum. Kaptanın kullandığı dümen benim için çok değerli. Onun için söküme gelen gemiyi önce ben dolaşırım, kurtarılacak parçaları ararım. Böyle yaparak her gemiden bayağı parça çıkardım ve isimlerini, hikâyelerini kaydederek depoladım. Tabii bu kolay bir şey değil. Bir gemiden bir parçayı hasar vermeden sökmek epey zor bir iştir.
KY: Yani ilk iş bunları çıkarmak, sonra kalanı nereye giderse gidiyor.
İM: Evet ilk iş bu, anlamlı parçaları ayırmak. Her gemide bunu yaptım.
KY: Peki ama her gemi önemli mi? Yani bu gemilerin bazıları sıradan gemiler değil mi?
İM: Hayır, öyle değil! Her gemi önemlidir. Mesela, ilk aldığımız gemi Kıbrıs’tan geldi. Gemi tamamen yanmıştı. Gemide bir hatıra obje bulmak için çok uğraştım. Sonunda baş tarafta yanmamış bir etiket buldum, onu aldım.
KY: Siz olmasanız o etiket, metal fiyatına gidecekti yani.
İM: Tabii. Benim bakışım şu: O gemi doğmuş. İnsanlar gibi yaşamış ve günü bitince ölmüş. Onun bir hayatı olmuş ve buna saygı duymak, onun hatırasını bir şekilde yaşatmak gerekir.
KY: Böyle böyle depolar doldu taştı herhalde.
İM: Bu binanın inşasına başlarken, kafamda bir müze fikri yoktu. Ancak iki kat zemine inince ortaya ciddi bir alan çıktı. Önce yavaş yavaş yerlerini tespit etmeye başladım. Sonra gemilerin resimlerini ve özelliklerini düzenledim ve bunları objelerle sergilemeyi düşündüm. Böyle böyle ortaya bir sistem çıktı. Bu sistemde her objenin bir sahibinin olması, bu müzeyi diğerlerinden çok farklı bir yere taşıdı. Bu nedenle bundan vaz geçmeden, hediye bile gelse, muhakkak sahibi olan gemiyi bularak hakkını vermeye çalışıyorum. Bu esnada koleksiyoncu belgesi aldım, devlete müracaat ettim ve her şeyi kayıt altına aldırdım.
KY: Müze kendi kendini kurdu yani…
İM: Biraz öyle oldu. Biz açılışı yapınca bunları gören insanlar kendileri de bir şeyler getirmeye başladılar. Çünkü insanların anıları değerlidir. Ama bazen bunları ne yapacaklarını bilemezler. Bize kocaman kütüphaneler getiren de oldu.
KY: Korumak neden bu kadar önemli?
İM: Çünkü deniz ticareti bir gelenektir, nesilden nesle geçer bu meslek. Bizim mezun olduğumuz Yüksek Denizcilik Okulu’nda abilik kardeşlik anlayışı vardır. Buna çok önem veririz. Abilerimize saygı gösterir, kardeşlerimizi koruruz. Yatılı okulda okumak, aynı gemilerde kader birliği yapmak bizi çok özel dostluklara taşır. Mesela bir yere yemeğe sınıf arkadaşlarımla gittiğimizde garsonu uyarırım, bize uzak bir masa versin diye. Çünkü biz bir araya geldiğimizde hemen okul günlerine döneriz, çocuklaşırız. Denizcilik mesleği içinde çok fazla disiplini taşır çünkü denizcilik çok zor meslektir. Onun için denizciler özel eğitimden geçerler. Okulda başlayan disiplin, gemiye çıktığınızda aynen devam etmelidir. Okul sıralarında yapılan stajlarla gençleri denize hazırlarız. Uzun aylar 4x4 m2 kamarada yaşamak, deniz şartları ile mücadele etmek ve çelik bir ortama gençleri hazırlamak gerekir. Derslerimde bu konuya özellikle yer verir, gençlerle sohbet ederek hazırlamaya çalışırım. Eskiden, sivil zabit yetiştiren Ortaköy’deki Denizcilik Yüksek Okulu vardı. 1980 ihtilalinde askeriyeye bağlanarak aniden Tuzla’ya taşındı. Halbuki orası 1927 yılından beri bize aitti. Okulu sebepsiz bir şekilde yerinden eder, başka bir yere taşırsanız mazisini de yok etmiş olursunuz. Bu bizim camiada müthiş bir moral bozukluğuna, büyük bir travmaya neden oldu. Hepimiz orayı çok özlüyoruz.
Bugün hâlâ okulumuzun tekrar yerine dönmesi için mücadele veriyoruz. Bunlar önemli şeyler. Aslında yazdığım kitaplar ve denizcilik müze projesi de bununla bağlantılı. Bütün çabam geleneği yaşatabilmek ve birikimimizi yeni kuşaklara aktarabilmek.
KY: Sizin kurduğunuz müzenin mesela Rahmi Koç Müzesi’nden nasıl bir farkı var?
İM: Burası Deniz Ticaret Müzesi. Ortak objeler parçalar var tabii. Ama bizim müze ticaret gemilerine yoğunlaşmış durumda. Rahmi Bey de geldi, müzemizi ziyaret etti.
KY: O halde siz bir objenin değeri veya eşsizliğinden ziyade anısına önem veriyorsunuz.
İM: Evet, illaki çok değerli, bulunmaz bir parça olması gerekmiyor. Önemli olan bir hikâyesinin olması. Bizde mesela Atatürk’ün kullandığı bir karafaki var. Osmanlı’dan Cumhuriyete kalan tek saltanat yatı olan S/S Ertuğrul yatına ait bir şeker kaşığı var. Bir Osmanlı kılıcı var. Çeyiz sandıklarının kapakları var, bunların içlerine gemi resimleri işlenmiştir. O zamanlar böyle bir gelenek vardı. Nişanlısı ya da kocası denizci olan kadınlar sandıklara bu temayı işliyorlar. Burada bir duyarlık var. Ben bunu önemsiyorum. Olaya şöyle bakmak gerekiyor: Türk tarihiyle başlayıp, Osmanlı’ya geçip oradan Cumhuriyete bağlanmak lazım. Bunu bir bütün olarak görmelisiniz. Bir tarihsel bakış açısıyla görünce her şey yerli yerine oturuyor.
KY: Yine de sorayım, müzenin en değerli parçası ne?
İM: Valla benim için en değerli parça 1979 yılında, Kocaeli gemisinde çalışırken bizzat çıkardığım 18 adet gemi gazetesi, bir duvar gazetesi. Benzeri yoktur. Daktiloyla yazıyoruz, tek nüsha yani. Çivi dergisi vardı mizah dergisi, resimleri de oradan kesip alıyordum. Gemi hayatı şöyledir, bir süre sonra her şey monotonlaşır. Sürekli tavla oynayamazsın. Kitapla, televizyonla da olmaz. Senin bir şeyler üretmen, hayata bir şey katman gerek. Ben de her Çarşamba bu gazeteyi yayımlamaya başladım. Başta pek ilgi göstermeyen gemiciler (35-36 denizciyiz) sonradan kendi hikâyeleriyle katılmaya başladılar. Bütün gemi çarşamba günlerini bekler oldu. Gemiden ayrılırken yanıma aldım. Sanki bu günlere ulaşabilecekmiş gibi hepsini sakladım. Çok da keyifle hâlâ okuyor ve gülümsüyorum.
KY: Sizin müzede kullandığınız sergileme yönteminin de farklı bir mantığı var.
İM: Evet, objenin hikâyesini ziyaretçinin hayalinde canlandırabilmesi lazım. Mesela Kocaeli gemisinde çıkardığım o gazeteler. Bir gün o gazeteleri koltuğumun altına aldım, Basra Körfezi’ndeki Ülgen gemisine geçtim. Sonra Kurtuluş’taki eve getirdim. Sonra iş yerine getirdim. Fakat sadece gazeteleri saklamak ve sergilemek pek anlamlı değildi. Kocaeli gemisinin maketine ulaşınca, her şey o zaman anlam kazandı. Siz gazeteleri geminin maketiyle birlikte sergilediğiniz zaman hikâye tam anlaşılır oluyor, sizi içine alıyor. O zaman siz de gemiyle ilgili hayaller kurabiliyorsunuz. Ben de öyle yaptım. Geminin maketiyle onun altından çıkan gazeteleri birlikte sergilemeye başladım. Bu sergileme yöntemini diğer obje ve belgelerde de uyguladım.
KY: O zaman yayıncı kimliğinizden bahsetmenin tam zamanı. Neler yayımlıyorsunuz?
İM: Eğitim kitabı olarak 13 kitabımız var, araştırma kitabı olarak da bugüne kadar 10-12 kadar kitap çıkardık. Bir kısmını Denizler Kitabevi yani Turgay Erol Bey basıyor. İyi bir editör olduğu için önemli kitapları ona yolluyorum. Mesela, Yüksek Denizcilik Okulu Gemileri. O kitap Denizler Kitabevi’nden çıktı. Bunun dışında bizim cemiyet kitapları var, mesela salnameler yani ticaret yıllıkları. Onları kendim yayımlıyorum. Osmanlıdan günümüze doğru deniz ticaretini de yazıyorum. Mesela S/S Tarsus gemisi son kitabımız. Bu çok önemli bir gemi, onun hikâyesini belgeleriyle yazdım, yayımladım. Okumanızı isterim. Amerikan-Türk denizcilik tarihinde Ankara gemisi kadar önemlidir. Çünkü gemi tekrar Amerika’ya geri dönmüştür. Onun dışında Osmanlı’da Kurulan İlk Denizcilik Cemiyetleri ya da Denizde Örf, Adet ve Nezaket Kuralları kitaplarından da bahsetmeliyiz. Aslında benim için daha önemli olan konu şu: Deniz ticaretiyle ilgili ne kadar dokümantasyon varsa onları literatüre kazandırıyorum. Böylece araştırmacıların üstünde çalışabilecekleri hale getiriyorum.
KY: Bizde son yıllarda hemen her alanda gelenekten bir kopuş var. Her şey yeniden başlıyor gibi. Sanki hiç geçmiş yokmuş gibi. Siz bu durumu neye bağlıyorsunuz?
İM: Bir kere özgürlük olmadan ortam zenginleşemez, çok zor. Ancak özgür insanlar okuyarak bir yere varabilirler. Bunu korkmadan yapabilmek gerekir. Yazdığın zaman başına bir şey gelmeyeceğinden emin olmalısın. Yaşadığımız ihtilâlleri hatırlayın. Çok eziyet çekti Türk insanı. Bunların olmaması lâzım ki kültür gelişsin, gelenek yaşatılabilsin. Eğer okumayı ve araştırmayı sevmiyorsak bunun da sebebi özgür düşünce ortamının olmaması. Bu durum zamanla gelenekten uzaklaşmaya sebep oluyor.
KY: Acaba bir kimlik sorunumuz da mı var bizim?
İM: Üstünde çalıştığım kitaplardan birisi bu dediğiniz konuyla ilgili. Kitabın adı Türk Zabitleri İçin Anadolu Tarihi. Neden bunu yazmak istiyorum? Çünkü bu ülkede yaşayan insanların Anadolu’nun tarihini kesinlikle bilmesi lazım. Mesele, Türklük meselesi de değil. Anadolu tarihi, İnsanlık tarihin ta kendisidir. Bu topraklar tarihin yazıldığı yerdir. Önce bunu anlamamız lazım. M.Ö. 17 bin yıl öncesine dayanan bir tarih bu. Medeniyet de Batı’ya, Anadolu’dan gitmiştir. Bugün oraların bizden daha medeni görünmesi bu gerçeği değiştirmez. Kısacası, yeni nesillerin müthiş bir tarihe sahip olduğumuz bilmesi önemli. Böylece köklerini bilirler ve bunun getirdiği güçlü bir aidiyet ve özgüven duygusu oluşur. Eğer geleneği yaşatmazsak ve tarihi yanlış yazıp, kesintiye uğratırsak böyle bir ortamda özgüven gelişmez.
KY: Bizde denizciliğin çok gelişememesi de bu konuyla mı ilgili?
İM: Denize ihtiyacı olan denizci olur. Norveçliler gibi. İngilizler gibi. Adalılar gibi. İhtiyacı var adamın, yoksa aç kalır. Onlar için denizden başka ulaşım yolu yok. Sen ise altı mevsimi bir arada yaşıyorsun ülkende. Neden denize çıkasın? Bu toprağın bereketi hepimize yettiğine göre neden uzaklara gidesin? Ama deniz ticaretinin dünya üzerindeki potansiyelini gören, dünya vatandaşı olmaya aday yeni genç armatörler, çok hızlı ve güzel büyüyorlar. Kendilerini çok dikkatle ve keyifle izliyoruz.
KY: Şu anda devletin denizciliğe yaklaşımını nasıl buluyorsunuz?
İM: Devlet, siz demek, biz demek. Devletin görevi vatandaşlarının işlerini kolaylaştırmak, huzurunu sağlamak ve zenginliği paylaşmak değil mi? Bu nedenle ne istediğinizi biliyorsanız, bunu talep etmeniz gerekiyor. Siz talep etmezseniz kimse sizin için bir şey yapmaz. Evet yolcu gemilerini kaybettik ama bugün İstanbul’dan Antalya’ya gemi seferi koysanız kullanan olur mu? Emin değilim. Belki keyif olsun diye, nostalji olsun diye binenler olur. Herkesin otomobili varken, uçaklar işlerken gemiyi tercih etmeyebiliriz. Buna pek takılmamak lazım. Ama dünyada bir kruvaziyer turizmi var. İtalyanlar, Almanlar bu işi iyi yapıyorlar. Biz bu konuda iddialı olabiliriz. Bu coğrafyada bu fikir çalışır. Hem Türkiye çevresinde hem de dünya çapında. Karayipler’e, Amerika’ya kadar gidebilirsin. Bu konuda yavaş kaldığımızı düşünüyorum doğrusu.
KY: Son olarak çevre konusuna da değinmenizi istesem? Güncel meselemiz, çevre kirliliği ve sürdürülebilirlik meselesi. Sizce bu meseleye nasıl bakmak gerek?
İM: Her şeyden önce denizle ilgili insanların ve denizlerde ticaret yapanların şunu anlaması lazım: Deniz sizin ekmek tekneniz. Siz ekmeğinizi denizden kazanıyorsunuz. Eğer denizler kirlenir ve yaşanmaz hale gelirse siz ekmeğinizden olacaksınız. Bu meseleye böyle bakmak ve böyle anlatmak gerek. Özellikle gezinti teknesi sahiplerine bunun önemini bıkmadan anlatmalıyız. Sonra özel tekne sahiplerini ve kaptanlarını eğitime alarak sınava sokmalıyız. En ufak bir kirlilikte teknesine el konulacağını veya ehliyetinin iptal edileceğini bilmesi lazım. Bunlar büyük gemilerde geçerli de küçüklerde neden farklı olsun? Zaten deniz kültürü de böyle başlar. Korursanız geliştirebilirsiniz ancak. Denize girdiğim her koyda, her seferinde iki, üç battal boy çöp torbasıyla çöp topluyorum. Gerçekten bunları atan insanları anlayamıyorum. Deniz kültürü ile ilgili bir anımı anlatayım… Zamanında Norveç’e eğitime gittik. Orada tekneyle başka bir adaya, yemeğe gidiyoruz. Marinadan çıktık, hızla yol alırken, adaya yaklaşırken denizin ortasında kaptan aniden durdu. Ben önce ne olduğunu anlamadım. Sonra adanın üzerinde “4 knot” yazdığını fark ettim. Meğerse orada balık tutanlar olabileceği veya demirde tekne olabileceği için bu hız sınırı konmuş. Biraz daha gittik kaptan yine durdu. Bu sefer gerçekten balık tutanlar gördük. Sırf hız için adaların üzerine gösterge koymuşlar. İşte bu, müthiş bir saygı örneği. Denize saygı bu, deniz kültürü tam da bu.
KY: O halde hem denizlerin tertemiz bırakıldığı hem de geleneğin kesintisiz aktarıldığı bir ülke olma umuduyla bu söyleşiye burada nokta koyalım. Çok teşekkürler.
İM: Ben teşekkür ederim.
Söyleşi: Kayhan Yavuz, Setur Marinas Highlights Editörü