Cem Gürdeniz, Türkiye’nin denizcilik kültürüne her boyutuyla hâkim birkaç isimden birisi. Bir yanda tümamiral rütbesiyle donanmamıza verdiği üstün hizmetler, diğer yanda, denizcilik üzerine yazdığı onlarca eser, yüzlerce makale, ürettiği birbirinden kıymetli fikirler var. Tam da bu nedenle, onunla söyleşmeye başladığınız zaman aklınıza en çok gelen tabir “derya deniz” oluyor.
Biz bu söyleşide kıymetli amiralimizle, kendisinin derin bilgi sahibi olduğu alanlardan birini, sayıları azaldıkça kıymeti artan klasik tekneleri konuşmak istedik. Elbette klasik kültüre, klasik değerlere, İstanbul’un klasiklerine ve hepsinden önemlisi, ülkemizin denizcileşmesi için yapılması gerekenlere değinmeyi ihmal etmedik.
Kayhan Yavuz: İnsanoğlu hiçbir şeyin klâsiğinden vazgeçemiyor. Mesela Mona Lisa tablosu. Mesela Paris’te Deux Magot ya da Flore’da kahve. Mesela Mont Blanc dolmakalem. Mesela, Bisiklet Hırsızları filmi. Bunlar hep klâsik. Siz hepimizde az çok bulunan bu klâsik sevdasını nasıl yorumluyorsunuz? Artık o kadar iyisini yapamadığımız için mi? Yoksa sadece nostalji mi? Yoksa?...
Cem Gürdeniz: Nitelik her zaman niceliğin önündedir. Geçmişte el emeği ve yaratıcılık bugüne kıyasla çok daha gerekli ve etkindi. Bugün el emeğini geçtim, artık insan aklının endüstriyel ve yapay zekâ gibi dijital yardımcıları var. 1900’lerin başında o günün kısıtlı imkanları ve teknikleri ile yapılan bir klasik tekneyi görünce nefesimiz kesiliyorsa asıl neden sadece geçmişin o zarif çizgilerini taşıdığı için değil aynı zamanda muazzam bir sanatsal yaratıcılık, sabır ve artizanlık içeren bir sürecin eseri olduğu içindir. O gemilerin o zarif teknelerin formunu bugün görebiliyor muyuz? Ancak taklit edildiklerinde! Yeni nesil gemi ve teknelerin arasında mühendislik harikası olanlar var. Ancak pek çoğu göz kirliliği yaratıyor. Bakamıyorsunuz. Gözünüzü çeviriyorsunuz. O nedenle bugün kuğu gibi bir klasik tekneye bakınca insan aklı ve emeğinin zamanla yoğrulmuş sanatsal eserine; o günlerin denizcilik geleneğine ve kültürüne saygı duyan görgüye hayranlık duyuyorsunuz. Bunun yanında bazı gemi ve teknelere de size çocukluk ve gençliğinizi hatırlattığı için tamamen nostaljik duygular içinde hayranlık duyuyor ve sürekli görmek istiyorsunuz. Bugün biz maalesef geçmişin o asaletini temsil eden ruhu kaybettik.
KY: Sizin çocukluk hikâyeniz de bir İstanbul klasiği gibi geliyor bana. O zamanların Fatih’i, Büyükdere’si, deniz sefaları vesaire. O günlerden neler hatırlıyorsunuz?
CG: 58 yılında yani ben daha 4 aylıkken, ailecek Fatih’ten Sarıyer’e yazlığa geliyoruz. Ardından annem Sarıyer’de sürekli olarak kalma kararını veriyor. “Ne kadar doğru bir karar vermiş” diye düşünmeden edemiyorum tabii. Düşünün ki, kendinizi gördüğünüzde, bildiğinizde, şahsiyetiniz karakteriniz oluşmaya başladığında, seçenekleriniz artmaya başladığında denizle tanışıyorsunuz. Denizin renklerinin değiştiğini görüyorsunuz. Rüzgarı tanıyorsunuz. Büyükdere’deki evimizin önü dalyandı. Balıkları, dalyancılığı görüyorsunuz. Balıkçı takalarını görüyorsunuz. O kuğu gibi şehir hattı vapurlarını görüyorsunuz. Boğazı geçen çeşitli devletlere ait ticaret ve savaş gemilerini kısacası her çeşit gemi tipini görüyorsunuz. Yani, her şeyi görüyorsunuz.
KY: Çünkü o zamanlar deniz seyirlik değil, her şeyin bir parçası…
CG: Elbette. Deniz oradaki yaşantının olmazsa olmazıydı. Bizim oturduğumuz ev Piyasa Caddesi üzerinde Rus Sefareti’nin yanında 10 daireli bir apartmandı. 10 dairenin sekizinin sandalı vardı. Çünkü o zamanlar sandal kültürü vardı. Ayrıca, beraberinde mehtap kültürü vardı. Mehtapta ailecek sandala binilirdi ve kürek çekilirdi. Beyaz Park diye bir yer vardır, hala duruyor hatta. Programlar olurdu, müzik dinlemeye gidilirdi. Ona da sandalla gidilirdi. Zaten balık tutmaya gidilirdi. Her gün 3 ile 6 arası, rahmetli annem, bizzat balık tutmaya giderdi. Bir ev hanımıydı ama balıkları kendisi yakalardı. Biz böyle bir ortamda büyüdük. Suyun en güzelini içtik. Kocataş suyu hala meşhur bir sudur. Balığın en güzelini yedik. Boğazda balık çoktu. O günlerde bugünün gırgırlarının yaptığı gibi neredeyse Yeniköy açıklarına kadar gidilerek balık katliamı yapılmazdı. Çünkü yasaktı. O dönemde kirlenme de bu kadar fazla değildi tabii. Ben lüferin palamudun uskumrunun Sarıyer'de, kıyıda bedava dağıtıldığı günleri biliyorum.
Bugüne kadar 47 ülke gördüm. Bahriye mesleğim sayesinde, 7 yıl yurt dışında görev yaptım. Savaş gemisi komutanı iken çok değişik ülkelere gittim, oralarda yaşadım. Ama hep şunu söylerim: Büyükdere koyundan, Sarıyer’le Büyükdere arasındaki o sahil kıyısından daha güzel bir yer, ben hiç görmedim. Hala da o aşkım devam eder.
KY: Bir de denizin ulaşım işlevi var. Özellikle de vapurlar. Vapurlar hayatın içinde ne kadar yer kaplardı?
CG: Babam Deniz Nakliyat Teftiş Kurulundaydı. O zaman iş yeri Fındıklı'daydı. Saat 7.30'da Sarıyer'den vapura binerdi, Sirkeci'ye vapurla giderdi, akşam da 6.10’da direkt vapur vardı. Sarıyer'de Büyükdere'de oturan, İstanbul'da çalışan herkes o direkt vapurla gelirdi. O zamanlar minibüsler yeni yeni başlıyordu. Bir de ünlü 41 numaralı otobüs vardı. Ayrıca Taksim'den dolmuş kalkardı. Ama Sarıyer’e vapurla gelmenin zevki başkaydı. Vapurlar ayrı bir kültür alanıdır. Yani o sitim kokusu, geminin salonunda maunla derinin karıştığı kokunun sitime karışması. O geminin çıkardığı ses, o turkuaz sulardaki manevraları. İskeleden seyrederken pervanesi ile dümeninin çıkardığı anaforlar. Bunları unutmak mümkün değil. Meşhur Stradivaryus kemanları misali, bizler o güzel gemileri görerek büyüdük.
KY: Deniz sevgisinde gemilerin, teknelerin yeri farklı, öyle değil mi?
CG: Şimdi bir insanı denizci yapacaksanız, önce ona denizi, doğayı sevdireceksiniz. Daha sonra, denizin ayrılmaz parçası olan gemiyi sevdireceksiniz. Yani bir tanesi olursa diğeri olmazsa da olmuyor, ikisini buluşturmak lazım. Hem aklınız hem kalbiniz hem ruhunuzla denizi sevmeniz lazım. Deniz aşkında, estetiğin yeri çok önemlidir. Teknelerin güzelliğinin önemi büyüktür.
Bugün güzel tekne yok, sorun burada. Yani bugün klasik tekne olarak maalesef o dönemin o güzel teknelerini koruyamadık. Moda sandalları, Ege tirhandilleri, guletler, Sürmene takaları, İzmir Kayıkları, Karadeniz çektirmeleri ve daha nice güzel tekne formları. Hepsini yitirdik. Şimdi ucube, yüzen kutuya benzeyen ya da yapımcısı ve işletmecisi tarafından korsan teknesine benzediği zannedilen ancak hiçbir tekne formuna veya gemi tipine girmeyen nükleer serpinti sonrası radyoaktif kirlenmeyle sakat doğan canlılara benzeyen gemi ve gezinti tekneleri sularımızda yüzüyor. Denizcilik kültürümüzün bu kadar kirlendiği ve bozulduğu bir dönem hiç olmamıştı.
Bugün ABD'de 6.000'e yakın kayıtlı ağaç klasik tekne var. Türkiye'de kayıtlı tekne sayısı 140. Mesela, 1890 yılında, İstanbul'da 40.000'e yakın sandal varmış. Benim çocukluğumda sandal ve küçük yelkenliler hâlâ vardı. 70'lerin sonuna kadar da sandal kültürü hakimdi. Maalesef koruyamadık, iyi bakamadık. Ben bazen siyah beyaz Türk filmlerini izlerim, sırf klasik tekneleri görebilmek için. 40’lı, 50’li ve 60'lı yıllarda çevrilen filmlerde o yelkenlileri, o yoleleri, o şarpileri, o güzelim keçleri görebiliyorsunuz.
KY: O halde tam buraya çıpamızı atalım. Klasik teknelere biraz daha yakından bakalım. Bir teknenin “klasik” sayılabilmesi için kriterler nelerdir?
CG: Bir teknenin klasik olması için, geçmişten günümüze intikal etmiş olması yani sadece yaşının olması yetmez. Tasarımının klasik olması da önemli. O nedenle bugün dünyada kabul gören sınıflandırmada sadece yıl ayrımı yok. Örneğin pek çok denizci devlet dönemlere göre sınıflandırıyor. 1918 öncesi uzak tarihi dönem, 1919-42 arası yakın tarihi dönem, 1943-75 arası klasik dönem, 1975-2000 arası yakın klasik dönem ve son 25 yıl çağdaş dönem olarak adlandırılıyor. Bunun nedeni de şu: dünyada eski ahşap klasik teknelerin replikaları diğer malzemeler kullanılarak yoğun şekilde yapılıyor. Replika olsalar da klasik kabul ediliyorlar ve yarışlara katılabiliyorlar.
KY: Bizde aslında, geçmişe baktığımızda, çok fazla örnek var. Karadeniz’in takası, İzmir’in zarif kayığı, Egenin tirhandili, Boğaz’ın tenezzüh teknesi, daha neler neler! Bildiğim kadarıyla, klasik teknelerin en özel örneklerinden birkaçı Haliç’teki Rahmi Koç Müzesi’nde var. Şu anda ülkemizdeki en özel, kıymetli klasik tekneler hangileri?
CG: Şu an en kıymetli tekneler Deniz Müzesi ve Rahmi Koç Müzesi’nde korunuyor. Deniz Müzesi’nde saltanat kayıkları ile Atatürk’ün kullandığı küçük deniz araçları var. Rahmi Koç Müzesi’nde ise dünyanın en zengin, sitimli tekneler ve klasik tekneler koleksiyonlarından birisi var. Türkiye’de en kıymetli klasik tekneler içinde kanaatimce en önemlileri şunlar: Her ikisi de Atatürk tarafından kullanılmış olan Savarona ve Acar yatları. Bir de Birinci Dünya Savaşında Nusrat Mayın Gemisi ile Çanakkale Boğazı’nda mayın hatlarını oluşturan, eski adı ile Selanik Mayın Gemisi bugünkü adı ile Gonca Sitimli Gezinti Teknesi. Rahmi Koç Müzesi’nde İstanbul ve Türkiye kıyılarında 1900’ler sonrası görev yapan Fenerbahçe Vapuru, Çektirme, Sadun Boro’nun Kısmet gibi tarihsel önemdeki pek çok gemi ve teknenin kendisini görebilmek mümkün. Ayrıca denizcilik kültürümüze ait çok sayıda sandal, yelkenli ve muhtelif tekneler de orada mevcut.
KY: Bu tekneleri yaşatmak neden önemli?
CG: Birinci sebep, tarih bilincini ve denizcilik kültürünü canlı tutmak. İkincisi, denizcilik kültür ve mirasının gelecek kuşaklara örnek teşkil edecek şekilde yayılmasını sağlamak. Çünkü denizcilik kültürünün temeli, geçmişi koruyabilmekten geçer. Klasik tekneleri korumak kültürel zenginleşmenin gereğidir. Kültürü olmadan gerçekleşen zenginliğin adı olsa olsa, görgüsüzlüktür. Parasal gücünüz ne olursa olsun, eğer koruyamazsanız, deniz tarihinizin geçmiş zenginliğini geleceğe aktaramazsınız. Bunun için de paradan önce bilinç gerekir.
Türk denizcilik tarihi çok değerli ve önemli gemilere sahiplik etti. Kaçını koruyabildik ki? Nusret’i bile koster yaptık. Ertuğrul yatını, Hamidiye’yi daha nicelerini üç kuruşa hurdacılara sattık. O nedenle elimizde ne varsa korumalıyız.
KY: Sizin kurucuları arasında yer aldığınız bir oluşum var: Klasik Tekneler Platformu (KTP). Nasıl oldu da 2019’un Eylül ayında böyle bir platformu kurmaya karar verdiniz?
CG: Bizde klasik yelkenli tekne ya da motorlu yat olarak bilinen pek çok deniz kültür varlığının araştırılıp ortaya çıkarılması maalesef 2019 yılına kadar gündeme gelmedi. Aslında, çok özel dizaynı ve özellikleri olan ve kültür varlığı kabul edilmesi gereken bu tip tekneleri devlet koruma altına almalıydı. Fakat almadı. Kara odaklı devlet geleneğine sahip olduğumuz için bu sonuca mahkûm olduğumuzu belirtmek gerekir. Bunun bir ispatı 1983 yılında yürürlüğe giren Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’dur. Bu kanunda deniz ve denizciliğe yönelik tek bir madde yoktur.
Kurucusu olduğum Koç Üniversitesi Denizcilik Forumu (KÜDENFOR) çatısı altında ülkemizde ilk kez 22 Eylül 2018 tarihinde icra ettiğimiz İstanbul Klasik Tekneler Buluşması sonrasında oluşturulan ve 7 Şubat 2020 tarihinde resmen faaliyete geçen Klasik Tekneler Platformu (KTP) bu kapsamda Türkiye’de bir ilktir. Halen Sayın Işık Aylan liderliğinde faaliyetlerine devam eden Platform, kurduğu alt yapı üzerinden kıyılarımızda mevcut klasik tekneleri kayıt altına almaya başlamış ve bu konuda değişik zamanlarda panel ve çalıştaylar düzenlemiştir. Türkiye’de klasik tekneler kültürünün korunup geliştirilmesine yönelik faaliyetler içinde belgelendirme çalışmaları halen devam etmektedir. Halen 140 civarında klasik tekne kayıt altına alınmış durumdadır.
KY: Klasik Tekneler Platformu’nun nasıl bir misyonu var? Bu platformun çatısı altında bugüne dek neler yapıldı?
CG: Her şeyden önce, KTP klasik teknelerin ve sahiplerinin buluşma notası oldu. KTP kurulmadan önce ilk kez 22 Eylül 2018’de, İstanbul bölgesindeki ahşap klasik teknelerin bir kısmını Setur Kalamış & Fenerbahçe Marina’da bir araya getirdik. Buluşmaların ikincisi KTP, 27 Eylül 2019’da kurulduktan sonra yine aynı yerde gerçekleşti, üçüncüsü 27 Eylül 2020’de Kalamış açıklarında denizde, dördüncüsü 21 Mayıs 2022’de Setur Marina’da; beşinci buluşma 25 Eylül 2022 tarihinde Türkiye’nin en zengin klasik tekne koleksiyonuna sahip RMK Sanayi Müzesi’nde, son buluşma da 17 Eylül 2023 tarihinde yine Setur Kalamış & Fenerbahçe Marina’da gerçekleşti. Bu tip buluşmaların en önemli faydası tekne sahiplerini ve deniz severleri bir araya getirerek kültür mirasımız bu teknelerin gelecek kuşaklara aktarılmasını sağlayacak farkındalığı artırıyor olması. Buluşmaların gerçekleştiği günlerde, deniz severler, sadece siyah beyaz eski Türk filmlerinde görebildikleri, her biri kendine özgü o güzel ve zarif tekneleri Setur rıhtımında gözleriyle görüp, gezebilmektedir.
KY: Klasik tekneler alanında dikkat çekici yayınlar neler?
CG: İlk aklıma gelen, 17 Nisan 2021 tarihinde kaybettiğimiz KTP üyesi genel koordinatörümüz merhum Cem Gür tarafından kaleme alınan ‘’Kürekten Yelkene, Yok Edilen Miras’’ isimli eser. Bu eser klasik tekneler alanında denizcilik kültürümüze önemli bir değer katmıştır. Bu eser, alanında çok önemli saha çalışmalarına ve kitaplara imza atan, halen klasik tekneler konusunda Türkiye’nin duayeni olarak kabul edilen Yücel Köyağasıoğlu’nun külliyatının yanına eklenmiştir.
KY: Geçmişi konuştuk, dilerseniz söyleşimizin sonunda geleceği de konuşalım… Herkes denizi sever. Hatta hiç deniz görmemiş birisine sorsanız o bile denizle ilgili güzel şeyler söyleyecektir. Buna rağmen denizcileşmiş bir toplum olduğumuzu söyleyemeyiz. Sizce bunun en temel sebebi nedir?
CG: Hiçbir halk denizci doğmaz, denizci olur. Onu denizci yapan da devlettir. Fakat Türkiye’mizde devlet asla denizci olmamıştır. Sorun tam da buradadır. Bir yarımada devletinde ve dünyanın en seçkin deniz coğrafyasında yaşadığımızın farkında değiliz. Devlet 1980 sonrası tekstil, inşaat ve turizme yatırım yaparken, bu alanların yanına denizciliği de ekleseydi bugün farklı bir noktada olurduk.
KY: O halde denizcilik kültürü, devlet kültürüyle birlikte oluşuyor…
CG: Devlet halkı denizle buluşturacak önlemleri almalı ve yatırım yapmalıdır. Zira halk denizden zenginleştikçe o sonsuz maviliğin kültür boyutuna da merak saracaktır. Örneğin, başta kredi olmak üzere, otomobil alımını teşvik eden her şey varken tekne alımına yönelik hiçbir teşvik ve kolaylık yok. Oysa ben çocukken, sıradan bir memur dört metrelik bir sandal sahibi olabiliyordu. Bağlama sorunu da yoktu. Bugün ucuza bir sandalınız olsa da bağlama yeri yok. Bu koşullarda halkın denizcileşmesi, tekne ve denizle iç içe olmaları çok zor.
Diğer yandan deniz müzesi sayısı Türkiye için son derece az. Neredeyse bin yıllık deniz tarihi olan Türkiye’de denizcilik ve denizcilik kültürü ile ilgili toplam altı müze ve 12 gemi müze var. Buna karşılık, sadece 250 yıllık deniz tarihine sahip ABD’de 240 deniz müzesine ve 210 müze gemi var. Fazla uzağa gitmeyelim. Dünyanın en güzel deniz şehri 20 milyonluk İstanbul ne kadar denizci ona bakalım. Günde 14 milyon yolcu hareketinin olduğu bir kentte sadece 350 bin kişi deniz yolu ve yolculuğunu kullanıyorsa… Tarihin dünya denizcilik mirasına kaydettiği en güzel yolcu vapuru tipi olan Şirketi Hayriye vapurları silueti ile kutsanan Haliç ve Boğaz suları bugün ütüye benzeyen dünyanın en çirkin gemi ve yolcu motorları ile göz kirliliğine maruz kalıyorsa… 15 milyonluk bir deniz kentinde sadece bir deniz müzesi (Beşiktaş) ve bir sanayi müzesi (Rahmi Koç Sanayi Müzesi) var ve hiç bir denizcilik müzesi (maritime museum) yoksa… Dünyanın en eski deniz kenti olan bir şehirde sadece tek gemi müze (Fenerbahçe) varsa ve son 20 yıldır dünyanın en zengin batık gemi koleksiyonuna sahip Yenikapı Batıkları alanı için hala bir müze kurulamamışsa… Yüzlerce meydanı olan bir kentte tek bir deniz ve gemi temalı meydan yoksa… Daha da sayabilirim: Böylesine büyük bir deniz kentinde sadece 28 yelken kulübü ile yıl boyu sürekli yelken faaliyeti gösteren sadece bir bölge varsa (Moda-Fenerbahçe)… İstanbul kıyılarında yüzme bilmediği için boğularak ölen vatandaşlarımız her yaz haber oluyorsa… Marmara Denizi, Karadeniz, İstanbul Boğazı, Haliç ile Adalar kıyılarının toplamı 350 km’yi aşan bir kentte kebapçı sayısı, balık restoranları sayısını onlarca kez katlıyorsa… Binlerce yıllık liman, gemicilik ve denizcilik geçmişi olan bir kentte deniz antikacı ve deniz kitapçısı sayısı 10’u geçmiyorsa… Kentin yetiştirdiği deniz ressamlarının sayısı üç haneli sayılara yaklaşamıyorsa… Gemi modelcisi sanatçıların bir araya gelecek bir dernek odası bile yoksa… Yüzlerce üniversiteye sahip mega kentin hiç bir üniversitesinde denizcilik gücü ve denizcilik kültürü üzerine kürsü, enstitü veya araştırma merkezi yoksa… Bütçesi dünyadaki pek çok devletin bütçesinden büyük olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin münhasıran kentin denizcilik kültürünün tespiti, korunması ve geliştirilmesine yönelik ne bir şubesi ne de bir dairesi yoksa… 1455 tarihinden bu yana gemi yapımı kesintisiz devam eden Haliç Tersaneler Bölgesi gibi, değil milli makamlar, UNESCO tarafından korunma altına alınması gereken bir denizcilik bölgesi, AVM ve beş yıldızlı oteller bölgesine dönüştürülüyorsa… 1895 yılında İstanbul’da 40 bin sandalla, kürekli tekne kültürü varken bugün sandal sayısı binin altına düşmüş ise… Cumhuriyetin ilk yıllarında nüfusu 1 milyonu bile bulmayan kentte, Şile’den Pendik’e, Kilyos’tan Florya’ya halka açık onlarca kumsal, plaj ve deniz hamamı varken bugün İstanbul’da temiz ve ücretsiz denize girilecek emniyetli bir yer bulmak neredeyse imkânsız hale gelmiş ise… İstanbul’un denizci kent özelliğinden, ülkemizin denizcileşmesinden bahsedebilir miyiz? Demek ki, her şeyden önce devlet denizci olacak. Devletimiz ne zaman denizci olursa, biz de o zaman denizci olacağız.
KY: O halde burada duralım ve ilgilileri bu güçlü uyarılarla, çözüm listesiyle baş başa bırakalım. Çok teşekkürler.
CG: Ben teşekkür ederim.
Söyleşi: Kayhan Yavuz, Setur Marinas Highlights Editörü