Mehmet Aslantuğ'un kaleminden...

Yayın hayatına henüz başlayan "Highlights" için sohbet etmem veya yazmam istendiğinde; “Sadece deniz ve denizde yaşamdan bahsedeceksek fazlaca bir anlamı yok ve onu zaten yazan/anlatan arkadaşlarımız var” demiştim
 
Onlar da “Bilakis” dedikleri için mevzuyu dağıtmaya, hatta birkaç bölüme ayrılmış bir seride, denize teslim edilen bir gönlün başkaca neler saklayabileceğini biraz açmaya niyetliyim.
 
 
Bölüm 1: ÖTEKİ OLMAK
 
Bir çanta para bulsanız ne yaparsınız?
 
a) Sahibini ararım.
b) Bir süre dinlendiririm.
 
Yaklaşık 15 yıl önceydi. Canlı yayınlanan bir televizyon  programında sordular. Sunucu (Beyazıt), “İkinci şık için fazla kabalaşmak istemedik” diyerek, stüdyonun epeyce kalabalık  konuklarına/izleyicilerine dağıtılan portatif cihazlardaki butonlardan (şıklardan) birini seçmelerini istemişti.
 
Sonuç yüzdesi şöyle çıktı:
 
a)45
b)55 
 
Beyazıt, “B şıkkını seçenler elini kaldırsın” dedi ve elini kaldıran çoğunluğun coşkusu dahil, kahkahalar eşliğinde dürüstlüğe (!) tanıklık ettik.  İlginç bir gözlemdi. “İkinci şıkkı seçenlere bir soru daha sor” diye bir an aramayı düşündüm. Sonra vazgeçtim. Şöyle devam etmek çemberi tamamlayacaktı aslında:
 
“Sahibini ararım” diyenler için ne düşünüyorsunuz?
  1. Kutluyorum. Keşke ben de yapabilseydim.
  2. Aptal buluyorum.
  3. Yalancı buluyorum.
 
Hangi seçenek daha baskın çıkardı?
 
 
Başlığa dönersek…
 
Hayatı kendime açıklamaya yardımcı olacak kelimeleri aramaya/bulmaya dair dertlenmelerim yaklaşık 40 yaşında sayılır. Bir arpa boyundan hallice yol aldım desem, abartmış olmam gibi hissediyorum. Bireysel yolculuklarda tamamlayamadıklarımızı da sual etmek gerek elbette. Nedenler kabaca bellidir: Yeterince emek vermemiş, istikrarlı/disiplinli davranamamış, ertelemiş; bazı sorumluluklardan, yüklerden fırsat bulamamış olabilir insan ve bedelini kendisiyle birlikte birkaç kişi öder; ama toplumların/ülkelerin böylesi bir hakkı yok! On milyonlarca insanın kuşaklar boyu bedel ödemek zorunda kalmasını açıklayan kelimeler çok daha ağırdır çünkü.
 
Bu bölüm biraz hüzünlü seyredecek. Gülmek, eğlenmek, ağlamak  gibi netleşmiş kaçışlarımızdan, arızalı taraflarımıza biraz metanet de barındıran eleştirel hüzünle değmek pek satmaz bilirim; ama tekrarda/ısrarda fayda var. Bazı parantezler de adrese mektup olacak ister istemez. Neyse…
 
Özellikle bu topraklarda yeşeren 78 kuşağının kaderi, ait olduğu coğrafyanın en hüzünlü hasatlarındandır. Kendini unutacak derecede toplumsal hayata dair dertlenmeleri, önermeleri meziyet bilen, kendini hatırlayınca da biraz geç kaldığını fark eden; “Boşa koydu, dolmadı. Doluya denedi, almadı” filan gibi bir duygu sağanağıyla baş etmek zorunda kalan bir kuşak!
 
İşin, aşın ve hatta aşkın; ütopik duygularla pek barışamadığını anlamak, kabullenmek kolay olmadı. Hâlâ değil; ama belki böylesi sınavlardan geçmek de önemli. 
 
Günümüz dünyasında; ya da yakın gelecekte öteki olmanın, ne etnik aidiyet, ne dinsel/mezhepsel mensubiyetle ilgisi olacağını düşünmüyorum. Tarihsel süreç içinde keskin/trajik örnekler yaşandı elbette; ama, özellikle bazı gerçekleri gölgelemek dışında geçerlilik süresinin dolduğuna, dolmak üzere olduğuna da inanıyorum.
 
Öteki olmak başlı başına bir trajedi.  En evrenseli, iştah ve şehvet karşısındaki öteki. Şüphesiz bugünün sorunu değil, ezelden ebede süren/sürecek olanı; ama insanın, uygarlığın inşasındaki biricik rolü, emeği, sorumluluğundan bakınca daha da açığa çıkanı, görünür olanı.
 
Durum gittikçe kristalize oluyor. Bugünün dünyasına göre onur kırıcı etkisi de katlanarak artmakta. İletişim/etkileşim dili daha da açığa çıkardı doğal olarak.  Birikimli ve bilgili olmanın çoğu zaman yetmediği; insanlığa örnek davranışların para etmediği; hayatın adil olmak gibi bir derdinin olmadığı türden konular da farkındalığa dahil çünkü. Kâr anlayışlarının revize edilmesi, ekonomide sosyal programların (sosyal devletin) unutulmaması hep önemliydi, yarın hayati önem taşıyacak.
 
Bireysel/toplumsal sınırlar da; ülkeler, birlikler, blokların sınırları da fay hatlarıdır, gerildikçe kırılır. Denizde balıkçı olmayınca bunu dillendirmekten imtina edecek değiliz elbette. Çifte standart taşıyacak bir iştah ve şehveti de temsil etmediğimiz de malum.
 
90’ların başında/ortasında maliyetini bazen paylaşarak, bazen de yıl içinde tasarruf ederek yelkenli kiralamış bir denizci olarak şimdi sahibi olduğum ikinci ve son yelkenli 22 yaşında. Motoru 85 Beygir. Kontağı kapatarak gidebildiğimiz seyir de herkesin bildiği olduğu üzere neredeyse sınırsız. Gücüm daha fazlasına yetseydi de kimsenin gözüne sokacak tatmin duygularını zorlamayı hiç hayal etmedim!
 
Binlerce beygirlik çift motorlu ve hacimleri büyüdükçe hayattan ve koylardan daha geniş yer hakkı satın aldığını sananlardan değiliz yani! Bunu da; başarı, servet vs düşmanlığı niyetiyle söylemiyorum şüphesiz. Öyle bir düşüncede de değilim.
 
İnsanlığın umarsız iştah ve şehvete tahammülünün geçmiş zamanlardaki gibi olmayacağını; bu davranış hali revize edilmezse eğer, ötekileştirilen çok büyük nüfusun bütün olan biteni öylece seyredip kabulleneceğini sanmanın/ummanın büyük cesaret ve cehalet barındırdığının altını ısrarla çizmek isterim. Çünkü ben de böyle hissediyor, böyle düşünüyorum.
 
Serinin diğer bölümlerinde değmek istediğim; beyaz atlarına binip giden büyüklerden miras (Bunu beyaz yelkenlerini basıp gidenler olarak da okuyabiliriz); denizde yaşamın incelikleri, cesareti, nezaketi, görece hoyratlıkları, görev ve sorumlulukları üzerine duygular/konular da yeşerir muhakkak.
 
Anılara da sadece denizden değil, ona yer açmayı ilke edinmiş tüm hayattan; belki biraz edebiyattan, şiirden, sanattan dem vurarak ve şüphesiz sıkmamaya elden geldiğince dikkat ederek! Ötekinin ötekileri için kelimem yok!
 
Velhasıl...
 
Sırtını yeşil vadilere yaslayarak
Ve bıkmadan kıvrılarak
Denizine hasret koşan ırmakların çocuklarıydık
Ve oyunlarının
Sanal olanla henüz kuşatılmadığı  bir zamana asılı kalarak
Aslında hiç büyümedik
 
...diyerek dokunmuş olayım geçmişin hatıralarına, dilimizde taze bir şiirin de taslağı kalsın yazının hediyesi olarak🙂
 
Zamanda/mekânda ileri geri/sağa sola giderek deşeriz sohbeti ufak ufak. Karadeniz’in orta sahilinde, denize kâh kıyısını vermiş, kâh birkaç mil içeri düşmüş/kurulmuş; koylara, köylere, ilçelere, şehirlere yakın serpilen çocuklumuza da dokunur...
 
(Madem ağırlıklı olarak “sudan” sebep şeylerden bahsedeceğiz, mil diyelim gitsin dedim; ama kara mili. O da zaten olmayan Amerikan hayranlığımızdan değil, denizci ruhumuzdan🙂)
 
Yüzmeye; keskin büklerden kükreyerek dönen çocuk ruhlu ırmaklarda başladığımızdan da bahsederiz...
 
9-10 yaşlarında olmalıydık herhalde.  Denizle tanışmamızın optimistlerle değil, traktör şambrellerinden teknelerimizle olduğundan...
 
O hayli özgün, yamalı lastik botlarımızla, kıyıya yakın dip yapısına çarpıp yükselen, bize göre hayli dev dalgaları geçmenin ve arkasında uzanan derin sularda ayrıcalıklı olmanın tadından...
 
14-15 yaşlarında çocuk ruhlu şairleri tanımaktan... Yavaş yavaş, aceleye gelmeden/getirmeden ve tanıdıkça daha çok sevmekten...
 
Onlardan ilham alarak mesela, denizin sadece taşıyan; ya da, rüzgarıyla oynaşıp üzerinde yarışılan bir su birikintisi olmadığına dair yeni heyecanlardan...
 
Şiirden, şarkıdan, öyküden süzülüp de açılmayan denizin umurumuzda olmadığından...
 
Başkalarının da  olduğunu bilmekten... Doğayı, havayı, suyu eşit paylaşmak/korumak zorunda olduğumuzu kavrayabilmekten... Mesela Gandhi’nin  “Basit yaşa ki, başkaları da var olabilsin” önermesiyle gönül bağı kurabilmekten...
 
 
Sorsak şimdi kendimize yalana batmadan. Bu türden sorumluluklar üstlenmek, hatırlamalar/hatırlatmalara ait bir hayata inanıyor musunuz?
  1. Evet
  2. Hayır
İkinci soru hayır diyenler için gelse o halde🙂
 
"Evet diyenler hakkında ne düşünürsünüz?"
 
Sonucu tahmin etmek zor değil! Hatta kendi tercihini belli etmek için kalkan ellerin motivasyonunu görmek de şaşırtıcı değil artık. Dürüstlüğün sınava girdiği yere dönüp daha dikkatli bakmak gerekiyor galiba!
 
Rağmen umuda sarılmak gerekecek elbet. Kendimiz için iyi olanı değil de, hepimiz için doğru olanı yaparak geleceğe uzanmak; ormanlarımıza da; derelerimize, ırmaklarımıza, nehirlerimize ve onların da bizim gibi; ulaşmak, kavuşmak, kaynaşmak için çırpındığı denizlerimize iyi gelecek.  
 
Mehmet Aslantuğ / Kalamış, 31.10.2022