Kimileri için özgürlük her şeydir. İş hayatında, boş zamanda, düşünürken, hatta uyurken... Yaşamak demek özgürlük demektir. Hele de gazeteciler için! İnsan fikrinde hür vicdanında hür olunca tercihleri de bir o kadar hür olur. Fatih Portakal bundan iki yıl önce, mesleğinin zirvesindeyken emekli olacağını duyurunca çoğu kişi inanmamıştı. Bazıları bu kararın arkasında başka başka sebepler aradılar. Onu yakından tanıyan, özgür ruhuyla çoktan tanışmış olanlarsa pek o kadar şaşırmadılar. Fatih yeni bir yola çıkacak, yeni bir hayat inşa edecekti. İçinde huzur, içinde keyif ve hiç şüphesiz deniz olan bir hayat. Yine de bazı meslekler kıyafet gibi çıkarılıp dolaba kaldırılamaz. Onun için, biz aradığımızda Fatih Portakal yine telefonda, yine haber peşindeydi...
Fatih Portakal: Tamam, tamam. Geldi mi ama bilmiyorum! Tamam söylerim, sana haber vereceğim. Tamam. Hadi, hoşça kal! Döndüm efendim, şimdi sizinleyim.
Kayhan Yavuz: Siz emekli olmamış mıydınız?
FP: YouTube'a başladım. Fatih Portakal TV'yi yapıyoruz.
KY: O zaman, hayırlı olsun!... İzmir'den başlamak isterim. Televizyonu bırakınca İstanbul'u da bıraktınız, Seferihisar'a yerleştiniz. Bu İzmir aşkı nereden geliyor?
FP: Ben aslen Aydın doğumluyum. Bana soruyorlar "Nerelisin?" diye, Aydın'a gittiğimde, tabii İzmir demek olmuyor, Aydın diyorum. Ama başka bir yerde "Nerelisin?" sorusuna cevabım, İzmir'liyim. Ben 20 günlük bebekken gelmişim buraya. İlkokulu İzmir'de okumuşum, ortaokulu İzmir'de okumuşum, liseyi İzmir'de okumuşum. Sadece üniversitede okumak için İstanbul'a gitmişim. Ondan sonra yine iş için kalmışım İstanbul'da. Onun dışında benim İstanbul'la bir duygusal bağım yok. Ama İzmir'le, Aydın'la, Nazilli'yle, ilçesi Karacasu'yla benim derin bağlarım var. Marmaris'le de var o bağ. "İstanbul senin için ne ifade ediyor?" dersen, benim için büyük bir şehir, fırsatlar kenti. Onun dışında büyük, kalabalık, yani insanların kimi zaman üstüne bastığı, insanı yıpratan bir şehir. Büyük bir köy aslında benim gözümde! Bizim köyün, yani İzmir'in insanları daha güler yüzlü. Sabahları siz bir şey demeden "Günaydın" diyenler var burda. Ben bu köyde yaşamaktan mutluyum yani.
KY: Ben de İzmir'e dair şunu çok severim: Biriyle randevulaşırsın. İşte bilmem neredeki tekel bayiinin önünde buluşalım der. Halbuki orası 10 sene evvel banka şubesi olmuştur. Ama İzmirliler hâlâ tekel diyorlar. Üstelik birbirini de anlıyorlar. Öyle kendine has bir dünyası var İzmir'in.
FP: Evet, İzmir'in farklı bir kafası var. İnsanları bence kendine has, rahat insanlar. Belki biraz rahatına düşkün insanlar. Ama hayattan keyif alan insanlar. Biraz daha özgürlükçü bir yapısı, biraz daha modern bir yapısı, böyle çok da kozmopolit olmayan bir yapısı var. İnsanları daha bir özgüvenli yetiştiriyor. Beni de şekillendirmiştir İzmir'in bu havası.
KY: Siz tabii denizi de ilk İzmir'de gördünüz...
FP: Gözümü açtığım andan itibaren deniz karşımdaydı. İzmir'de Güzelyalı'da oturuyorduk. Çok da güzel evimizin manzarası vardı. Böyle tepede bir ev. Bütün Körfez ayaklarımızın altında. İzmir'in evlerinin en büyük özelliği balkonlu olmasıydı. Nisan ayı ile birlikte, havalar güzelleşir, masalar balkona atılırdı. Yaz sonuna kadar orada yenir içilirdi. Eylül sonuna kadar yemeği balkonda yerdik biz. O masalardan mis gibi kokular yükselirdi. O kokuya, denizin kokusu, havanın ılık kokusu, imbat karışırdı. O kokuyu alınca "İşte yaz geldi" derdik. Ben mesela burada, Seferihisar'da da, o kokuyu alabiliyorum hâlâ. Çok özlüyorum o günleri.
KY: İzmir'in bir farkı daha var. Sınırları aşan, evrensel bir şey. Ben çocukken İzmir'e gitiğimde en çok şuna şaşırmıştım: Yunan radyolarını evinden dinleyebiliyorsun. Aslında başka bir ülkeyi duyuyorsun. Galiba Akdenizlilik bunun adı. Bizim Akdeniz şehirlerinde bile İzmir'deki kadar hissedilemiyor sanki o Akdenizlilik ruhu.
FP: Geçen İzmir'e inmiştim. Gelirken bir açtım, Yunan radyosu yine. Güzel de müzikler çalıyordu. Dili anlamıyorum ama güzel yani. Akdenizlilik özel bir şey. İzmir'in o özgür karakterine çok yakışan bir şey.
KY: Peki deniz ne kadar yer kaplıyordu çocukluğunuzda?
FP: Bizim ev çok yakındı denize. İnerdik hemen kıyıya. Yalı derlerdi oraya. Böyle mantara sarılmış misinalarla, sümüklü balık tutardık. Yenmezdi tabii onlar ama nadiren çipura da gelirdi. O zamanlar Körfez çok pis kokardı tabii. Ama o suya girdiğim bile olmuştur benim. Güzelyalı tarafından değil ama daha İnciraltı tarafından, biraz daha Balçova'ya, yarımadaya doğru. Oralar temiz sayılırdı.
KY: Nasıl oldu da bu deniz sevgisi bir gün teknede yaşamaya dönüştü?
FP: Bundan 7-8 sene önce. İzmir'de bir arkadaşım var, 30-35 senelik tekneci. Kendisi Muzaffer, teknesi Muzo. Onun teknesine giderdik. 5-6 kişi olurduk bazen teknede. Yerdik içerdik, koylara giderdik. Muzaffer beni çok etkiledi. Eczacıdır, stresli bir işi var. Ama o kafa dinlemeye tekneye giderdi. Ona baktım, olabilir diye düşündüm. Muzaffer'in de onayıyla bir tekne aldım. Adını da "Anchorman" koydum.
KY: Çifte espri var.
FP: Evet "çapa adam" esprisi de var. O tekneye bir buçuk sene kadar bindim. Sonra da Muzo'yu aldım.
KY: Kendi tekneni alınca iş ciddiye biner.
FP: Tabii, arkadaşın teknesine binerken lay lay lom. Hiç dümene geçmemişsin, çıkış yapmamışsın. Gazı az vermişsin, çok vermişsin, hiç dert etmiyorsun. Ben tekneyi aldığımda sıfır noktasındaydım. O zaman korkuyorsun, tabii! "Ben ne yaptım yahu" dedim. Araba kullanmak gibi değil ki. Denizin üstündesin, frene bastığın an durmuyor bu. Bir de böyle karışırlar kıyıdan. "İskele yap!" şu bu, seslenen çok olur. Yani insanın eli ayağı dolaşıyor o zaman. Hatta ilk aldım tekneyi, Muzaffer ile Meriç diye de bir arkadaşım var, onlar geldi İzmir'den, teknede kalacaklar. Hadi dediler, "Ada'ya gidelim". "Ben gidemem ki," dedim. Muzaffer aldı tekneyi, o götürdü Ada'ya.
KY: Vazgeçmediniz ama öğrendiniz sonunda işi.
FP: Sonra işte eğitimlere başladık, ilerledik. Mesela 10 saatlik bir uzun seyir de yaptım tek başıma. İstanbul'da yaşarken son iki sene teknedeydim. Evim Kalamış'taydı, tekne de hemen orada marinada. Fakat genelde evde değil, teknede yaşardım. O pandemi sürecinde, tekne benim için çok kurtarıcı oldu. Ev marinaya yürüyerek beş dakika mesafedeydi. Sadece yıkanmaya veya çamaşır yıkamaya giderdim. 37.2 vardı bende, ufak bir tekne. Aslında tekne o zamanlar öyle pek pahalı bir şey değil yani yazlık ev almıyosun da, tekne alıyorsun. Ben tercihimi o yönde kullanmıştım. Akşamleyin işten geldiğimde derdim, İsmail Abi beni tekneye bırak. Marina'ya giderdim, orada otururdum, ordan tekneye geçerdim. Hava güzelse keyfi bambaşkaydı. Kapatması vardı, kışın arkadaşlar gelirdi otururduk. Güzel havalarda çıkardık, adalara giderdik. Acayip bir özgürlük duygusu yarattı bende teknenin olması. Daha sonra da ben bunun devamını yapamaz mıyım diye düşünmeye başlıyorsun.
KY: Demek ki iş, dönüp dolaşıp özgürlük meselesine geliyor. Özgür habercilik, özgür denizcilik, bunlar hep aynı kökten çıkıyor.
FP: Öyle tabii. Şöyle yarım günlüğüne adalara gidiyorsun, akşam yemeğini yiyorsun, teknede yatıyorsun. Hele benim gittiğim Marmaris'te, Yeşilova Körfezi'nde, o Selimiye, Orhaniye tarafları nasıl güzel! Hele ki o daha böyle Temmuz ayının kalabalığı gelmemiş, o Haziran sonuna kadar veya Eylül'ün ilk haftası gibi zamanlarda... Oralarda o kadar güzel, keşfedilmemiş koylar var ki! Gidip özgürce yaşayabiliyorsun, istediğin bir yere demir atabiliyorsun. Hatta iki, üç tekne gelsin, burası kalabalık oldu deyip kaçıyorsun. Denizin böyle de bir özelliği de var. Yani hem özgürleştiren hem sakinleştiren hem dikkatini arttıran. Çok önemli duygular bunlar. Belki yalnızlaştırıyor biraz ama neticede böyle keyif veren, huzurlu bir yaşamın da içine çekiyor insanı. Böyle böyle mutluluğu içine nakşediyor. O da seni hayata daha çok bağlıyor.
KY: Bir anchorman olarak da insanlara sizi ayrıştıran özelliğin ne olduğunu sorsak "özgürlüğünüzü" sayarlar bence.
FP: Doğrudur. Ama ben her dönem böyleydim. Pek hatırlamıyorum ama arkadaşlarım söylüyor. Lisede mesela çıkarmışım sınıf başkanı olarak, hocaya bazı konuları ben söylermişim. Ne bileyim işte üniversite zamanında da öyle. Çalıştığım yerlerde de özgürlüğüme sahip çıktım hep ama hep de karşıma böyle insanlar çıktı. Herkes duracağı yeri biliyordu. Böyle arkadaşlıklarımıza da zarar vermeden güzel bir çalışma dönemi geçirdik.
KY: Habercilikte de epey uzun bir seyir yaptınız. Ama sonra birden bıraktınız anchorman'liği. Bizim memlekette güçlü pozisyonu olan birinin, durup dururken, kendi isteğiyle bundan vazgeçmesi çok alışıldık bir şey değil.
FP: Ben hep kendime şunu derdim: "Ya oğlum, bu işi zirvede bırak!" Bırakmaya karar verdiğimde, "Yapamazsın, edemezsin, sıkılırsın, geri döneceksin" dediler. Adam "top" noktada. Türkiye'de en çok izlenen ana haber bültenini yapıyor. Mevkisi de var, şan, şöhret vesaire. Nasıl bırakır? Kim gönderiyor seni? Patron mu istemedi? Yok arkadaş, sıkıldım artık ya! Dedim, "Ne için çalışıyoruz biz?" Her ay o kadar parayı ne yapacağım? Evim var, arabam da var, güzel arkadaşlarım var. Bunun ötesi yok ki! Fazlasına ihtiyacım yok. Ama şu da var tabii, her gün cezalarla falan uğraşıyorsun. Ya bunlar olmayacak şeyler, güzel şeyler değil. Aslında bir kere mi ne ceza yedim, diğer hepsinde paralar geri geldi. Sonra arkadaşlıklarımın bozulmasını da istemiyorum. Rahmetli Mehmet Ali Birand toplantılarda "Ben haberi çok seviyorum ve haber sunarken ölmek istiyorum" derdi. Haber sunarken vefat etti. Benim öyle bir derdim hiç olmadı. Ben sağlıklı yaşlanmak istiyorum. Dedim tamam, ben gidiyorum. Geldim buraya. Evimle işimin arası artık 20 saniye. Hiç pişman değilim. Şimdi YouTube yapıyorum bir de. Orada da hevesimi alıyorum. Denizin benim emekli olmamda büyük bir etkisinin olduğunu düşünüyorum. Öyle olmasaydı hiç böyle engin düşüncelere sahip olmayacaktım veya toprağın ritminde bir yaşama sahip olmayacaktım. Kimsenin boyunduruğu altında olmadan yaşayabilmeyi anlatmaya çalışıyorum.
KY: Bu hayat tarzı değişikliğinde, "fazlasına ihtiyacım yok" mantığı var. Oysa bugünün dünyasına "israf kültürü" hakim. Denizin burada insanlara öğreteceği bir şeyler var gibi geliyor bana. Deniz insana tutumlu olmayı öğretiyor mesela. Bu israf kültürü değişecek mi? Yoksa...?
FP: Bence denizin gerçekten insana kazandırdığı, karakterine kazandırdığı, yaşayışına kazandırdığı artı değerler çok fazla. Yelkenli olduğunda minimize bir hayatı tercih ediyorsun. Mesela belli bir kullanma suyuyla gidiyorsun. Onun işte, 300 litre veya 500 litre olduğunu biliyorsun. Fazla yük aldığında teknenin ağırlaşacağını biliyorsun. Ona göre, içeceğin suyu bile hesap ediyorsun. Mesela, deterjan kullanırken en az köpüreni almaya çalışıyorsun. Bunların hepsi aslında insana tutumluluk kazandırıyor. O kıyafetin de olsun, o gömlek, o pantolon da olsun diye bir düşüncen kalmıyor. O pet şişeyi denize atmıyorsun. Atanlar da var tabii ama! Hoop küçültüyorsun o çöpü ve saklıyorsun. Çünkü çöpünü bir daha ne zaman bırakacağını bilmiyorsun. Gerçekten de çevreye saygılı olma hali bu. Yani tekne insanı terbiye ediyor, deniz insanı terbiye ediyor. Bir de ben bunu özellikle de yelkencilerde görüyorum, nezaket duygusunu geliştiriyor.
KY: Yani insanı hayata bağlayan bir şey var denizde. Ben şahsen bütün bu çevre meselesinin özünde "tüketmek" kavramıyla ilişkili olduğunu düşünüyorum. Bir de inatlaşma olayı var. Cihat Burak'ın bir hilkayesi var, Göz isminde bir hikâye. Distopik bir metin. İnsanın yeryüzünde belirmesinden başlayan ve bizden çağlar sonra nasıl yokolacağımızı anlatan bir metin. Özünde hep doğayla inatlaşma var. Ona hükmetmeye çalışıyorsun. Hükmedemiyorsun da ama inatlaşıyorsun.
FP: İnsanın tüketme konusunda bir sınırı yok. Bu bizde de böyle, Japonya'da da böyle. Daha zor yaşanabilir bir dünyaya doğru gidiyoruz. Bu çok net! Dünya nüfusu arttıkça o sınırlı kaynakları daha fazla insan tüketmek durumunda kalacak. Başka sorunlar da var. İklim değişikliği, hava kirliliği, kuraklık, göçler, savaşlar, gıda tedarik zincirindeki bozulma. Bu sorunlara rağmen tüketim olağanüstü bir hızla artıyor, hiç yavaşlamıyor. Dün yeni bir açıklama gördüm. Dünya nüfusunun yüzde 40'ı şu anda açlıkla karşı karşıya. Bizde de Türkiye Ziraat Odaları Birliği söylüyor açık açık: Su kaynakları randımanlı kullanılmıyor, çok büyük kuraklık riskiyle karşı karşıyayız. Kıtlık zengin insan için de kıtlık. İsraf bütün dünyanın en büyük problemi. İşte denizlerde görüyorsun kirlenmenin miktarını. Adam çöp poşetini denize atmış, Yeşilova Körfezi'nde gördüm gözlerimle. Dünyayı kendi ellerimizle yok ediyoruz. Böyle bir dünya içerisinde hayatın güzelliğinden ne kadar bahsedebiliriz ki? Huzur diyoruz, keyif diyoruz ama o çöp torbasını denizde gördüğünde, huzurun kalmıyor. Sözün bittiği yerdesin. Şu var ki, insanoğlunu değiştiremezsin. Bu kadar harcamaya, tüketmeye alışmış topluma, sen artık az tüket dediğin anda kavga çıkar. O fırsatın kaçtığını, eskiden var olan, o kontrollü tüketim alışkanlığının kaybedildiğini düşünüyorum. Bu sadece denizle alakalı değil, kıyıda da betonlaşma var. Yeşilliğin olduğu Kaz Dağları'na git, orda da aynı sorunu görüyorsun. Marmaris'in dağlarında da aynı. Ben bizden sonraki neslin bunları da artık bulamayacağını, kıtlıkla mücadele etmek zorunda kalacağını düşünüyorum. 10-15 yıl sonra konuşulacak konu içme suyu, yeme içme alışkanlıkları, israf gibi meseleler olacak. Nasıl çözeceksin? Zor! Adama yeme, içme mi diyeceksin? Şimdi hayat pahalılığından dolayı biraz değişti gibi bu konu. İlk defa bu sene yarım karpuz satılıyor mesela. İyi tarafından bakarsan, kararında alışveriş yapıyorsun. Tam alma, yarım al! Ama tutumluluktan değil o da, hayat pahallılığından.

KY: Bizim Highlights'da majör bir başlığımız daha var: Kültürel süreklilik. Mesela Akdeniz'de bugün yetişen portakalda Halikarnas Balıkçısı'nın büyük emeği var. Zamanında yurtdışından tohumlar getirmiş. Bugün mesela, adam portakal ihrac ediyor ama Balıkçı'yı bilmiyor. Bu da bir kültür hatta kimlik sorunu yaratıyor gibi geliyor bana. Aynı şey deniz kültürü için de geçerli. Bu kadar geniş denizlere komşu olup, deniz kültürü konusunda bu kadar geride kalmış olmamız beni şahsen hayrete düşürüyor. Kültür olmadan koruma olabilir mi? O poşet denizde yüzmeye devam etmez mi?
FP: Şimdi bu işlerde bir devlet politikası gerekiyor. Denizi sevdirme politikası. Bizi yönetenlerin insanları denizle barıştırması lazım. Yunan adalarına gittiğinde, insanların denizle nasıl barışık yaşadıklarını görüyorsun. Adamların denize bakışı farklı. Deniz onlar için velinimet. Deniz turizmini nasıl ele aldıklarını görüyorsun. Biz sanki turizmi hep karada düşünüyoruz. Karadeniz'de mesela ne kadar turizm var, ne kadar yelken sevdalısı var? Bir tek balık mı, hamsi mi Karadeniz? Akdeniz'de, Ege'de var evet. Ama bu da bir devlet politikasıyla değil, insanların kişisel çabalarıyla olmuş bir şey. Ama bunu bir devlet politikası haline getirebilsek, memleketin tamamına yayabilsek... Bak, o zaman hem insana bakış açımız hem topluma bakış açımız değişecek, gelişmemizde deniz kültürünün çok faydası olacak. Turizmin de çok farklı olacağını tahmin ediyorum. Yunan adalarında ekonomi Avrupa'dan gelen ve Türkiye'den gelen insanlarla dönüyor. Geçimleri bu. Bizim Çeşme'nin hemen yanında küçük bir ada var, yani beş mil falan mesafede, İnossa diye bir ada. Ünlü Yunan armatörlerin yetiştiği bir ada. En az beş tane armatör saydılar bana. Oradan yetişmiş, dünyada tanınan armatörler olmuşlar. Düşünsene, küçücük bir adadan çıkmış bu adamlar.
Özetle birincisi, bu devlet politikası olacak. İkincisi, çocuk yaşta başlayacak. 50 yaşından sonra öğrenmek, imkan bulmak kolay değil bu işlere. Düşün mesela, ilkokuldan itibaren denizde nezaket dersleri verilmeye başlansa... Kim bilir, ne kadar kibar bir topluma dönüşürüz! Ya da deniz sevgisi ya da yeşil sevgisi dersleri. Bunları yapma, sonra üç tarafım deniz de, bunun çok bir anlamı olmuyor tabii.
KY: Şimdilerde ilkokullarda demokrasi dersi var. Bir gün meyvelerini alırız herhalde...
FP: Tabii, dersi veren adamın kafasına da bakmak lazım. Gerçekten uluslararası demokrasi literatürüne veya standartlarına göre mi veriyorlar dersi, ona bi' bakmak lazım.
KY: O zaman şimdi bir iki klasik soru sorayım. İnsanlar merak eder çünkü. Böyle yelkencilerin, denizcilerin göz bebeği yerler vardır, çok söylemek de istemezler, keşfedilmesin, bozulmaden kalsın diye. Sizin böyle sevdiğiniz ama yerini kimseye söylemek istemeyeceğiniz köşeler var mı?
FP: Artık pek sır kalmadı. Bütün koylar üç aşağı beş yukarı biliniyor. Eskilerin yazdığı kitaplar artık biraz dekor amaçlı kullanılıyor. Şimdi aplikasyonları indiriyorsun. Derinlik ne, tekne girer mi girmez mi? Her şeyi görüyorsun. Ama benim sevdiğim, Hisarönü Körfezi'nde bir Kocabahçe var. Dirsek Koyu'na gelmeden hemen önce. Derinlemesine bir koy, güzel bir koy. İçinde güzel de bir restoranı var. Orayı seviyorum. Bizim Turgut Köyü'nün koyu da çok güzeldir. Tam Selimiye ile Orhaniye arasında, çanak gibidir. Denizi çok güzeldir, derindir. Bir de Turgut'un karşısında Sucağız diye bir yer var, Bencik Koyu'yla yan yana. Orası da benim çok hoşuma gidiyor. Hele ki böyle uygun zamanda giderseniz! Orada böyle küçük küçük koylar var. Birer tekne girecek kadar. Aşağıya doğru indiğimizde, Bozukkale benim hoşuma gidiyor. Tam o Yeşilova Körfezi'nin burnundan Marmaris'e doğru döndüğünüzde. Oranın böyle dramatik bir havası var. Taşların rengi hoşuma gidiyor. Bir de hemen onun yanında küçük bir koy var. İsmini bilmiyorum ama haritadaki yerini biliyorum. Küçücük, tatlı, hoş, tesis filan yok içinde. Oralar, benim sevdiğim yerler. Göcek'i sevmiyorum mesela. Çünkü çok kalabalık oluyor. Hele ki Temmuz, Ağustos aylarında tekne bağlanacak yer bulamıyorsun. O kadar ki, eşinle, arkadaşınla kendi teknende konuşurken, biraz sesin yükselse, karşı tarafın duyacağını, rahatsız olacağını biliyorsun. Ben Göcek'e ne zaman giderim? Bi' Eylül'ün 15'inden sonra bi' de Haziran 15'e kadar, okullar kapanmadan önce. Mayıs, Haziran, Nisan mis gibi orası! Deniz kendini çok hızlı temizliyor orada. Oranın da o güzelliği var.
KY: Peki, böyle unutamadığınız bir anınız var mı denizle ilgili?
FP: Şimdi bi keresinde tekneyi aşağı indiriyoruz. Meşhur Datça burnundan önce bir noktadayız. Hava da o gün fırtınalı. İki arkadaş motorla gidiyoruz. Korktuk açmadık yelkeni. Arkamızda da böyle manyak gibi yelken açan bir adam var. Resmen oyun oynuyor rüzgârla adam. Bir öyle gidiyor, bir böyle gidiyor. Biz hayretler içinde bakıyoruz. Aman başımıza iş gelir diye motorla gidiyoruz biz, adam tekneyle eğleniyor oyuncak gibi. Knidos'a döndük, baktık adam yine yanımızda. Sesleniyor bir de, "Aç yelkenleri" diye. Biz adamı alkışlıyoruz. "Baba helal olsun!" falan diye bağırıyoruz. Baktım hala daha kapatmadı yelkenleri ki Knidos'a giriyoruz artık. Arkadaş, adam yelkenle limanın içine girdi, ben motorla durmaya zorlandım. Tabii çok tecrübeli, belli. Ondan sonra indirdi yelkenlerini, iskleye yanaştı, beni karşıladı. Şimdi de ara ara görüşüyoruz. İşte deniz sayesinde böyle güzel dostluklarımız oluyor. Gün geliyor, hiç tanımadığın insanlarla aynı masada buluyorsun kendini. İşte deniz insana hep güzel bir dost oluyor.
Söyleşi: Kayhan Yavuz, Setur Marinas Highlights Editörü