Turgay Noyan: “Deniz yumuşatır insanı. İçindeki taşlar gibi törpüler köşelerini…”

Turgay Noyan Türkiye’de denizciliğin kurumsallaşmasına önemli katkılar yapmış bir isim. Eşi Sevgi Noyan ise bunu kendi çevresinde başarmış. Ele ele verip çocuklarını, torunlarını ve dostlarını denizci yapmışlar. Ömürlerini denizin kucağında yaşamışlar. Yakın zamanda çıkan ortak kitapları “Bir Aşk Dört Kuma” bu benzersiz hikâyeyi bütün detaylarıyla gözler önüne seriyor. Bizim kitaptan ve onlarla gerçekleştirdiğimiz sohbetten çıkardığımız özet şu: Onların yaşadıkları İstanbul’u yeni nesiller çok arayacak. Fakat galiba en çok, onların dünyaya, ilişkilere ve denize bakışını arayacağız.

 

Söyleşi: Kayhan Yavuz, Setur Marinas Highlights Editörü

 

Kayhan Yavuz: Sevgi Hanım, kısaca tanıyabilir miyiz sizi?

Sevgi Noyan: Yaşımı söyleyecek miyim?

Turgay Noyan: Söyleme!

SN: Söyleyeyim, ne olacak!? Evet, 82 yaşındayım, ev hanımıyım, senelerdir teknedeyim. İnşallah daha da sürer.

KY: İnsanın size ve Turgay Bey’e bakıp, 80'li yaşlarda olduğunuza inanması imkansız bence!

SN: Denizin etkisi belki de! Denizde yaşamamızın etkisi…

KY: Peki bu 82 yılın ne kadarı denizin üstünde geçti?

SN: 1965 senesinden beri.

TN: Sandal da var! O saymadı ama sandalla balık tutar, hatta yelken yapardık biz. Onu da katınca, 1962’den beri diyebiliriz. Ama 1965’ten beri yatmalı kalkmalı!

KY: Karı koca 62 yıldır denizdesiniz demek ki. Turgay Bey, “sizi kısaca tanıyalım” desem, cevap vermeniz saatler sürer. Siz denizcisiniz ama bir dönem müzik dünyasının önemli isimlerinden birisisiniz. Ayrıca bestecisiniz. Zaten gazetecisiniz, yazarsınız, sivil toplum kurucususunuz. Belki sıra gelmez, size sözü bırakmadan önce ben saymış olayım.

TN: Ben 44 doğumluyum. Tesadüfen İstanbul Bebek’te çalışmaya başlayınca denizle yakınlaştık. Şimdi yat deniyor, ben çok sevmiyorum o tabiri çünkü akla büyük zenginlikleri getiriyor. Biz amatör denizciyiz. Ahşap, Sürmene yapımı bir teknem var. Onu idame ettirmeye çalışıyoruz.

KY: Yazarlığa da devam ediyorsunuz.

TN: Evet, Basın Konseyi Yüksek Kurul üyesiyim. Naviga’da da gizli editörlük yapıyorum. Kızım Tuba yönetiyor Naviga’yı. Benim herhangi bir sıfatım yok dergide ama yazılar önce bana gelir, ben okur elden geçiririm. Baba kontenjanından devam ediyoruz yani. Bir yandan denizcilerle ilgili kitaplar yazıyorum. İnsanlara deniz sevgisini aşılamaya çalışıyorum.

 

 

KY: Benim ilginç bulduğum olgulardan birisidir bu. Herkes her merakını başkalarına bulaştırmak için ölüp bitmez. Ama denizcilerde bunun tersi var. İsterler ki herkes denizci olsun. Sizce bunun sebebi ne?

SN: Benim denizle hiç ilgim yoktu. Kayseri’den İstanbul’a geldik, yüzmeyi de bilmiyordum. Turgay’la lisede tanıştık. Önce ona bağlandım, sonra o seviyor diye ben de denize başladım.

KY: Hiç kaygınız oldu mu? Ben nasıl yapacağım diye?

SN: Yok, o yanımda olduğu sürece hiç korkmadım. Çocuklar 20 günlükken denize çıkardık onları, denizde büyüdüler. Okullar kapanınca tekneye gidiyorduk, okullar açılmadan bir hafta evvel eve dönüyorduk.

TN: 15 sene kadar Çeşme’de, o zamanki Altın Yunus marinada kaldık. Teknede yaşıyorduk çoluk çocuk. O zamanlar Yeni Asır gazetesinde çalışıyordum, İstanbul temsilcisiydim. Çeşme’ye hafta sonları gelip gidiyordum.

KY: Peki sizin deniz merakınız nerden geliyor?

TN: 1965 senesinde Bebek’te, Gaskonyalı Toma’nın Tavernası’nda çalışmaya başladık. Ben akordeon çalıyordum. Dereboyu Sokak’ta oturuyorduk.

SN: Ben evden gelinlikle yürüyerek gittim düğünüme.

TN: Evet, gelinlikle. Orada işte bu Puro ve Fay’ın, Gripin’in sahibi Eczacı Necip Akar vardı. Onun damadı Doktor Vedat Özsezen’in dragona benzeyen bir yelkenlisi vardı. Akşam üzerleri böyle pırıl pırıl denizcilik kıyafetini giyer, kafasında şapkası, ağzında purosu, çocuklarını alır yelkene çıkardı. Zaten o zaman saysan üç tane büyük tekne vardı Bebek Koyu’nda. İstanbul'da toplam 200 tane falan tekne vardı. Neyse, biz onu göre göre heves ettik. Ama tabii bizde öyle imkanlar yok, sandalla başladık biz. Sandalcı Kibar Ali diye birisi vardı. Ona sordum, “Bu sandala yelken olur mu?” dedim, “Olmaz mı ya,” dedi. Bir seren direği taktık, sandalda yelkenci olduk.

KY: Yeri gelmişken, Oda Boro da Kısmet’in yelkenlerini evde dikmiş. Siz Sadun Boro’nun dünya seyahatinden etkilenmişsinizdir mutlaka.

TN: Tabii, müthiş bir olaydı. O olayın Hürriyet’te yayınlanış biçimi de gazetecilik açısından önemli bir örnektir. Okullarda okutulacak kadar önemlidir. Öyle güzel, adım adım ele aldı ki gazete konuyu tüm Türkiye’nin gözü kulağı Sadun Abi’nin yolculuğuna çevrilmişti. Hepimiz merak içinde kalmıştık.

KY: Sadun Boro’nun seyahatinin Türkiye için çok büyük bir anlamı var, değil mi?

TN: Tabii, bir ilktir. Hayallerinin peşinden git mesajı var orda hepimize. Önceki sorunuza gelince… Biz Naviga dergisini çıkarırken sloganımız “Denizlerde çoğalalım!” idi. Çünkü ben dünyada yelken gibi başka bir sporun olduğuna inanmıyorum, yanına yanaşacak hiçbir spor yok. Bir kere beşikten mezara kadar yapabilirsin, kolların tutsun yeter. İkincisi ailecek yapabilirsin, sevdiklerinle birlikte yapabilirsin. Üçüncüsü, göründüğü kadar kolay bir spor da değil teknecilik. Kendini hiç tekrar etmez. Sürekli yeni bir şey öğrenirsiniz. Böyle başka spor var mı?

KY: Evet, böyle söyleyince gerçekten de yok.

TN: Öyle olduğu içindir ki, bu kadar keyif aldığımız içindir ki, herkese sevdirmek istiyoruz denizciliği. Sevdiğimiz insanlar da yapsın istiyoruz.

KY: Sevgi Hanım, siz başladığınız zamanlar bu konuyla uğraşan kadın azdı. Mesela o zamanlar Azra Erhat’a çok tepki gösteriyorlar. Mavi Yolculuk da neyin nesi? Sen teknede nasıl yaşayacaksın, alışık değilsin diyorlar. Herkes vazgeçirmeye çalışıyor. Bugün kadınlar bunu pek fazla yaşamıyordur herhalde ama siz başladığınızda nasıl tepkiler almıştınız?

SN: Ben pek olumsuz tepki almadım. Mesela annem yemek yapıp tekneye getirirdi. Namazını teknede kılardı. Tabii tekne yön değiştirince kıblesi de şaşardı. Ona pek gülerdik, o yaşadığı zorluğa. Asıl zorluk yelkeni öğrenmekti, tekneler bu kadar konforlu değildi.

TN: Ben daha çok tepki gördüm. Babam Türkiye’nin ilk pilotlarından, akrobasi pilotu falan ama denizden ödü patlardı. Biz Gaziantepliyiz belki ondan, denizi tanımamaktan. Ben ilk teknemi aldığımda da acayip sinirlenmişti. Ama sonunda o da birkaç sefer çıktı denize bizimle birlikte.

KY: Hayatınızın fonunda hep deniz var. Halbuki çoğu insan için fonda şehir vardır, kara vardır. Bu manzaranın önünde yaşamanın, çocuk büyütmenin nasıl bir farkı var?

SN: Kışın o manzarayı yeterince görüyoruz zaten. Ama yazları iş değişiyor. Çok güzel yerlere gittik, sadece tekneyle görebileceğiniz yerler, çok güzel koylar. O sizi dinlendiriyor. Çocuklar çok sağlıklı büyüyorlar. Çocuk hastalıkları dışında hiç hastalık görmedik biz.

TN: Çocuklar küçükken yelkene başladılar. Mesela optimist yapan bir çocuk o kadar şanslı ki! Saniyeler içinde karar vermeyi, yardımlaşmayı, sorumluluk almayı öğreniyor. Kendi kendine kalıyor, gelişiyor. Bu becerileri karada edinmek daha zordur ve çok daha fazla zaman alır. Onun için denizde büyümek şanstır.

 

 

KY: Denizde koşullar kolay değil. Tekne dediğiniz küçük bir yer. Bazen işler ters gider. Hep bu kadar iyi mi anlaşıyordunuz? Hiç tartışma olmaz mı aranızda?

SN: Onlar küçük şeyler. Tekne sakin bir koya vardığında hepsini unutursunuz. Kahvenizi, çayınızı elinize aldığınızda hayat yeniden başlar.

TN: Bir söz var: Kadınlar doğum sancısını unutmasa, denizciler fırtınaları unutmasa, ne bir çocuk doğar ne de kimse denize çıkar.

KY: Çok doğru! Ama birlikte dünya turuna çıkıp boşanan çok çift var.

TN: Ben onu pek anlamıyorum doğrusu. Neticede bir yola çıkmışsın, ne olursa olsun bir şeyleri paylaşıyorsun. Birbirine kızabilirsin de sinirlenebilirsin de ama her şeyi büyütürsen evlilik yürümez, hiçbir şey yürümez!

KY: Evet, bunu diyeceğinizi tahmin ediyordum. Bunu bilerek, sizin bu duygunuz, bakış açınız herkese bulaşsın diye, esin versin diye söyletmek istedim.

TN: Kanaatimi o ki, insanlar zaten anlaşamıyorsa, ayrılmak için o kadar zahmete girmeye, dünya turuna çıkmaya gerek yok.

KY: Peki siz hiç birlikte dünya turu yapmayı düşünmediniz mi?

TN: Yok düşünmedik. Çünkü ben hep ekmek parası peşinde koştum. Öyle bir seyahate çıkacak birikimim hiç olmadı yani. Zaten bizim tekne de uygun değil. Bir de şu var ki, İngilizceniz çok iyi olmalı dünya turu için. Benim yabancı dilim hiç o kadar iyi olmadı. O yüzden de düşünmedim.

SN: Biz hep ailemizle, sevdiklerimizle birlikte yaptık bu işi. Onu çok sevdik!

 

 

KY: Bir de yarış konusu var. Şimdi yarış falan biraz başka bir şey gibi geliyor bana. Yarışmak neden gerekli?

TN: Yarışmak şart değil. Ben keyif yelkencisiyim, yarışçı değilim. Ama yarış organizasyonu yaptık. Mesela Sabah gazetesindeyken Deniz Kuvvetleri Kupası’nı biz organize ederdik. Çok görkemli olurdu o zaman yarışlar. Ödül törenleri, konserler vesaire. Gazetede gün gün yayınlanırdı. Bizim manav sorardı mesele, “Turgay Abi, kim kazanır yelken yarışını?” diye. Yarışların böyle bir büyüsü vardır. İnsanları heyecanlandırır ve denizciliğin fark edilmesini sağlar. Bugün öyle değil maalesef. Kimse artık farkında değil.

KY: Neden öyle oldu?

TN: Bir ülkenin deniz gücü dört başlıktan oluşur: Bir, balıkçılar. İki, ticari gemiler. Üç, Deniz Kuvvetleri ve dört, bizim gibi amatör denizciler. Bu dört gücün birbirine destek olması, koordineli gitmesi lazım. Artık bu olmadığı için, denizcilik konuşulmaz oldu.

KY: Tam da sizin gibi birisine sormak isteyeceğim soruya geldik. Peki neden bizde denizcilik kültürü yaygın değil? Neden bu soruyu gittikçe daha sık sormaya başladık?

SN: Bir kere, bu çocukluktan gelen bir şey. Aileler uğraşmayınca çocuklar da ilgilenmiyor. Bir de biz çocukları aşırı koruyoruz. Yok işte düşersin, yok boğulursun. Bu bakış açısı olumsuz etkiliyor denize olan ilgiyi. Biz hiç öyle düşünmedik. Daha 20 günlükken, ben çocukların popolarını deniz suyuyla yıkardım. Bir de genel bir bilgisizlik var. Bizlimle denize gelen misafirlerimizin hepsi denizci oldu çıktı mesela. Bir kez deneyince oluyor yani.

KY: Hiç pişman olan çıkmadı mı?

SN: Tekneden inince yeri öpen bir iki kişi olmuş ama ben gözlerimle görmedim.

TN: Şimdi önemli bir şey söyleyeceğim size. 60'lı yıllarda denizcilik halk arasında daha yaygındı. Bakkalın, berberin falan birer sandalı vardı. Akşamları çıkar istavritini tutardı. Çünkü Kadıköy’den Tuzla'ya kadar İstanbul’un sahili hep kumsaldı. Ne zaman ki Belediye Başkanı Bedrettin Dalan sahili betonlaştırdı halkın denizle ilişkisi de koptu, o ilişki de betonlaştı. Eskiden deniz, kirliliği sahile kusardı. Şimdi betona çarpıp dönüyor ve bu yüzden deniz kirliliği de artıyor. Marmara’yı böyle öldürdüler. Bu, İstanbul’a yapılmış büyük bir kötülüktür. İkinci bir sebep daha var. Artık her şey gibi teknecilik de pahalı bir uğraş oldu. Gençler istiyorlar ama artık gelirleri yetmiyor.

KY: Galiba yatçılık da biraz zaman içinde bu süper yatlarla filan özdeşleşti. İnsanlar zengin işi olduğunu düşünmeye başladılar.

TN: Maalesef, halkımız amatör denizcilere biraz uzaktan ve yanlış bilgilerle bakıyor. Politikacılar bile, “Yatlar ucuz, vergisiz yakıt alıyor" diyebiliyorlar. Oysa bizim kullandığımız yakıt normal fiyattandır. Hatta bir tık daha pahalıdır. Bugüne kadar tek bir litre ucuz yakıt kullandığımı hatırlamıyorum. Yanlış bilgiler, yanlış algılar çok. Ama yelkenciliğin eskisinden daha pahalı bir uğraş olduğu da ortada. Bunlar bir yana, tekneyi aldın nereye bağlayacaksın? Marinalar yetmiyor. Denizde bağlayabileceğin hiçbir yer yok. Bırak bağlamayı misafirini indirebileceğin bir yer yok. Eskiden bizim tekne Bebek’te dururdu. Şimdi oraya giremezsin bile. Dolayısıyla teknecilik İstanbul’da çok zorlaştı.

 

 

KY: Ne yapılmalı?

TN: Bir kere, daha fazla marina olmalı ama bence marinalar da koyların dışına yapılmalı. Buna karşın Belediye semt iskeleleri yapmalı, bu iskeleleri teknesi olanlara serbestçe kullandırmalı. Bunlar olursa bakın nasıl yaygınlaşıyor deniz sevgisi. Zira millet olarak pek denizci sayılmasak da denize çabuk adapte oluyoruz.

KY: Denizle haşır neşir olanlar, sanatla da yakınlaşıyor. Sizin mesela 200’e yakın besteniz, sekiz kitabınız var. Deniz insanı daha bir yumuşatıyor mu hayata karşı?

TN: Denizin insanı törpüleyen bir yanı var. Emekli deniz subayı ve Türkiye Açık Deniz Yarış Kulübü TAYK’ın genel müdürü Rahmetli Cahit Üren’in masasında her zaman iki taş dururdu. Biri karadan, biri denizden çıkma iki taş. Birisinin her tarafı sipsivriydi, denizden çıkanın ise her tarafı yumuşacıktı. Cahit Abi, “Deniz insanı bu hale getirir,” derdi.

SN: Deniz insana tahammül etmeyi öğretiyor, sabırlı olmayı öğretiyor. Ayrıca her yerden, yerli, yabancı bir sürü dost kazanıyorsunuz.

KY: Evet, karada insanlar ayrılıyorlar, gettolaşıyorlar. Ama denizde bunu yapamıyorsun, iç içe geçmek zorundasın.

SN: Beraber yiyip içiyorsunuz. Eskiden televizyon da yoktu. Sohbete ve paylaşmaya biraz da mecbur kalıyorsunuz. Anlaşmak zorunda kalıyorsunuz.

KY: Peki, benim yerimde olsaydınız size başka ne sorardınız?

TN: İnsanın hayatta şanslı olup olmadığına karar vermesi için ne lazım diye sorsaydınız şunu söylerdim: İki şey! İşini ve eşini seveceksin. Bence mutluluğun tek yolu bu. Biz çok şanslıyız. Ben çok şanslıyım. Hep sevdiğim işimi yaptım ve hayatımı çok sevdiğim insanla paylaştım.

KY: Turgay Bey, tek şanslı siz değilsiniz. Biz de şanslıyız çünkü sizleri tanıma ve bu söyleşiyi gerçekleştirme imkanımız oldu. Çok teşekkür ederim.

SN: Biz teşekkür ederiz.