Bazı insanlar denize sıra dışı bir yakınlık duyar. Onların ayakları denizde yere basar, onların kalbi en hızlı denizde atar. Misal, Aganta’yı ilk kez okuduğunuzda bunu hemen fark edersiniz: Deniz sanki damarlarında dolaşmaktadır Halikarnas Balıkçısı'nın. Sevgiyi de, öfkeyi de, mücadeleyi de en uçta yaşar denizde. Ama hepsinden çok özgürlük duygusuna tutkundur. Onun için, deniz özgürlüğün ufkudur. Kanımca bugün de aramızda Halikarnas Balıkçıları, Bedri Rahmiler, Fikret Kızıloklar, Sadun Borolar var. Onlar kadar denize tutkun insanlar var. Kalamış & Fenerbahçe marinada, “Nev’i” adlı teknesinde onunla buluşmaya giderken, müzisyen Nevzat Doğansoy’un, nam-ı diğer Nev’in de onlardan biri olduğunu hissediyordum.
Kayhan Yavuz: Her şeyden önce deniz mi vardı?
Nev: Kader öyle bir şey ki, senden önce, senle ve senden sonra! Öyle bir gezegende yaşıyoruz ki, adı dün olan. “Dün yaa!” dediğimiz, aslında, “dün, ya!”. Düşün bak şöyle bir adamın oğlusun. Bir dönem Türkiye'nin en anlamlı gemilerini, hadi adlarını sayalım, bir hatırlayalım, Akdeniz, Karadeniz, Ege, Truva, Bozcaada, İskenderun. Benim babam Ziya Doğansoy bu gemilerin bazılarında, mesela Akdeniz gemisinde kaptanlık yaptı. Ben de o, efendi kaptanlının oğluyum. Deniz hikayesi kendinden önce başlamış, 10 yaşına kadar Türkiye'nin en güzel gemilerinin güvertelerinde koşup, çocukluğunu denizle birlikte, özgürce yaşamış bir adamım. Efendi kaptanın odasında uyumuş bir çocuğum. Koskoca Akdeniz gemisinde serdümenle birlikte dümen tutan, geminin maskotu olmuş şanslı bir veletim.
KY: Koca geminin?
Nev: Evet, koca geminin! Hikâyenin ilk cümlesi şöyle: Bir denizcinin ve çok iyi sesi olan, harika bir hanımefendinin oğlu olarak dünyaya gelmiş biriyim.
KY: Şarkıdaki gibi!
Nev: Şarkıdaki gibi! Ben denizci oğluyum, ben maviler yetimi / Ben denizden bir damlayım, o yüzden gözyaşlarım tuzludur benim / Ân olur, dert yanarım gökyüzüne. Ân olur, çırpınır, sen geçerken yüreğim. Ân olur, rüzgara uyar geçerim / Geleceksen sabah erken gel. Sabahları durgunum güzelim / Mavi, uysal bir tebessüm. Denizler benim hüzün sarhoşluğum / Hani sordun ya dostum. Belki de yalnız bir deniz feneriyim… bütün denizcilere, denizci emektarlara hürmetle!
KY: Baba sağlam karakter galiba.
Nev: Lakabı Keçi Ziya. İnatçı adam. Disiplinli! Bu ülkeyi çok seven, çok dürüst bir adam olarak çalıştı babam. Bu önemli, altını çizmeliyim. Bir sürü başka kaptan sayabiliriz. Seyfi Gezer, Namık Asena, Şefik Gonen. Şefik Kaptan, Karaköy’den limandan demir alırken Salı Pazarı esnafı saatlerini ona göre ayarlarmış.
KY: Ooo… aşırı Kantien bi’ hareket!
Nev: Tabii ki. Bunlar güçlü karakterler. İtalya’da limanda, kendi hanımına, “alışverişe gidiyorsun hanım ama zamanında gel” deyip, yenge geç kalınca otobüse binsin gelsin diyen, demir alıp halat çözen adamlar.
KY: Hangi yıllar?
Nev: 1976, 75, 74, 73.
KY: İlk hatıraların hep denizle mi ilgili?
Nev: Evet, tabii. Kaptan köşkü, o perdesi çekilen, ağaçtan, mis gibi kokan, süvarinin odası. Ben pergeli ilk defa okulda değil, gemide gördüm mesela. Hayatımdaki en güzel yemekleri o “yat geberlik” yemeği olarak tattım.
KY: Yat geberlik?
Nev: “Yat geberlik” demek, denizcilerin uyumadan önce, gizlice tırtıklayarak yedikleri yemek. Çok güzel ama, çok anlamlı!
KY: Orayı biraz daha açalım o zaman. Bir zamanlar Türkiye'de otoyol birkaç tane, tren yolu da bugünküyle aynıydı. Gemiler çok önemliydi o zaman, hatta uçaktan daha temel bir ulaşım aracıydı.
Nev: Bir zevkti, hatta sınıf atlamak gibiydi o gemilerle yolculuk. Her yere giderdi. Ege’ye, Rize’ye, işte Trisete’ye. İstanbul’dan çıkar, gider öyle.
KY: Ben Rize'ye gittim, üç yaşında. Kim bilir hangisiydi? Acaba Karadeniz miydi? Yalnız ben kara fatmaları hatırlarım, fena kara fatma olurdu gemide.
Nev: Olurdu, tabi. Fakat ben tabi kaptan çocuğu olarak, sosyete bölümde takılıyorum ya. Titanik battığında o filmdeki kareler var ya, onun gibi, her şey film gibiydi yani benim için. O yüzden deniz benden önce başladı.
KY: Ama sende denizci olma isteği yeşermemiş. Meslek olarak seçmeyi düşünmemişsin. Hiç geçmedi mi aklından?
Nev: Ben yetim uşağım, biz memur çocuğuyuz. Memur çocukları zorunlu olmadıkça büyük hareketlerden kaçarlar, güvencesizdirler. Denizdeki bedeli, sıkıntıyı bilirler çünkü.
KY: Okuyalım, başka bir şey olalım diye düşünürler…
Nev: Hele ki bizim gibi babaları erken yaşta ölen çocuklar, analarına yük olmak istemezler. Ben aslında bir seçim yapmadım. Babam ben doğmadan önce bana denizi, anam da ben doğmadan önce bana melodi ve ritmleri hediye etmiş.
KY: Buralarda büyüdün değil mi?
Nev: Öyle bir yerde yaşadım, büyüdüm ki! Düşünsene, Moda iskelesine gidiyorsun babanla. İskeleye yürürdük, sandalları görürdüm, o kadar heyecanlanırdım ki! Numaraları var. Bir, iki, üç, dört. Hep 5 numaralı sandalı tutardık biz. Hala her istediğimde duyarım o sandal kokusunu, ahşap kokusu.
KY: Senin için ta çocukluktan bir koku.
Nev: Hem de nasıl! Öyle şanslı bir adamım ki. O noktada video klip çektim ben sonra. “Sevdalarım”ı çektim, biliyorsun. Ne sevdalar, büyük aşklar yaşadım ben her köşende / Son ayrılık fena vurdu, izleri var Kadıköy'de / Ah İstanbul, kal de bana, sevdiğimi geri ver bana / Ah İstanbul, ben gidiyorum, artık veda ediyorum / Sevdalarım, hayallerim, tüm dertlerim sende kalsın / Ben gidiyorum
KY: Ben sormadan sen söyledin. O zaman müzikten devam edelim. Müzik denizin neresinde ya da deniz müziğin neresinde?
Nev: Deniz müziği, müzik denizi besliyor. Deniz, rüzgar ve şu anda içinde bulunduğumuz şu kayık… Kayığım benim gitarım, denizim müziğim, rüzgarımsa nefesim. Ne yaşadım, ne anlatmak istiyorum, sözlerim! Dolayısıyla deniz benim kalbimin sağlaması. Geri dönüp baktığımda hayattaki en güzel aynamın deniz olduğunu düşünüyorum. Ki benim aynalarım, aynı zamanda, müzikten bana miras olarak bırakılan ruh. Mesela şurada Bedri Rahmi, buraya dön Selahattin Pınar, biraz ilerle Kaptanzâde Ali Rıza Efendi. “Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına” veya “Akşamı süzme deniz, renginden gözüm yandı / Engindeki pembe iz gönlümde halkalandı”. İşte bugün şu an buradan baktığında eğer ararsan o pembe izi görebilirsin.
KY: “Pembe sabahlar, mavi öğleyinler, altın ikindiler, menekşe akşamlar...” Denize çıkıp da Balıkçı’ya rastlamamak mümkün mü?
Nev: Burada biz çocukken, kayalıklarda dolaşırken, tabi daha marina yok. Genciz yani buraya atıyoruz kendimizi. Sonra burası yapılıyor. Kalamış & Fenerbahçe marina. 87 mi 88 mi ne?
KY: 1988.
Nev: Aynen, 1988. Bir akşam, marinanın açılışı var. Bi baktık bir grup var, rhythm ‘n blues çalıyorlar. Ümit Yılmaz diye bir abimiz, Mimar Sinan Üniversitesi'nde hoca, yabancı birkaç müzisyen, “Call me the breeze” çalıyorlar. Yıkılıyor ortalık! Ben Lynyrd Skynyrd aşığıyım aynı zamanda. O kadar etkilendim ki, adama dedim, n’olursun bana ders verir misin? Gittik, Mimar Sinan’da ders verdi bana Ümit Abi. Düşün bak, “country finger picking” çalıyorumdum ben o zaman. Sonra zamanla şarkı söylemeye başladım. Gruplar kurduk, gruplar yaktık. Şantaj diye bir grubum vardı, belki bilirsin. Sonra işte kendi şarkılarımı yazmaya başlıyorum.
KY: İlk şarkın hangisi?
Nev: Her şeye rağmen. Lise 1'de sınıfta çaktım ben bir dersten. Bir doktor abinin muayenesinde sekreterlik yapmaya başladım, harçlığımı çıkarıyorum. Orada engellilerle tanıştım. Şarkıyı “engel” kavramı üstüne yazdım yani. Sözleri de şöyle: Karanlığı senin kadar iyi bilemem ama aydınlığı gördüğümden bazen emin değilim / Sessizliği senin kadar iyi bilemem ama bakışların neler söyler anlar gibiyim / Belki ne söylerim anlamazsın, seni çok sevdiğimi hissedersin bilirim / Eğer koşmak sarılmak gelirse içinden, bil ki ben de öylesine hasretim. Engelleri yıkmak için yazdım bu şarkıyı. Anlamlı şeyler yazılsın istiyorum çünkü!
KY: Sonra?
Nev: Sonraaaa… Tatil köyünde tek başıma sahneye çıkıyorum. Kemer’de, Beldibi’nde. Hediyelik eşya kaseti yaptım. Unkapanı’ndan boş kasetler alıyorum. Çalıyorum, herkese söyletiyorum. Bunları canlı kaydediyorum, o gecenin anısı, satıyor tabii. Nasıl keyifliyim ama! Para kazanıyorum, aşkı en güzel ben yaşıyorum. Yazlar böyle, kışın İstanbul Üniversitesi’nde İşletme okumaya devam ediyorum.
KY: Bir yandan da dalıyorsun sanırım.
Nev: Belki 2 binden fazla dalışım vardır. Her gün dalıyoruz o zaman, suyun altını mahalleden daha iyi biliyorum. “Mavi”yi orda yazdım, suyun altında! Üç Adalar mevkiinde Kız Taşı diye bir mağara var. 18 metre dalıp mağaraya giriyorum ve şarkıyı yazıyorum.
KY: Hem içindesin denizin hem de büsbütün dışında…
Nev: Kökü bende bir sarmaşık / Olmuş dünya sezmekteyim / Mavi, masmavi bir ışık / Ortasında yüzmekteyim… Bunun gibi, ben de soruyu şöyle sormuşumdur hep kendime: Bir tepeden yelkenliyi seyretmek mi? Yoksa içinde olmak mı yelkenlinin? Edebiyat, müzik ve deniz işte böyle besler birbirini. Balıkçı, Bedri Rahmi, Jack London ve Hemingway… Okuduğum yazarlar bana nereye ait olduğumu öğrettiler.
KY: Peki o zaman soracağım, orası neresi?
Nev: Hayatımda hep şu kadar bir kabın içinde olmak istedim. İşte şu gördüğün tekne kadar. Bütün perdeleri kapatıp şu kadar bir alan istedim hayatımda. Hayatımda gördüğüm en güzel kapıdır, biliyor musun, şu teknenin küçük kapısı. O masmavi gök parçasını gösteren. Bu kamarada uyandığım zaman, buradan o maviye bakabilme lüksü, iki adımda dışarıya çıkabilme lüksü. Benim şansım bu!
KY: İnsanın denize doğaya hakim olma tutkusu, bir yanıyla tehlikeli bir tutku. Eskiler denizi severken denizden çekinirmiş de. Biz ise denize hakim olalım derken kendimize hakim olmadık. İşte geçen sene müsilaj meselesi çıktı, daha neler neler. Ne kadar iç burkucu görüntülerdi onlar. İnsan düşünmeden edemiyor, yoksa denizleri kaybediyor muyuz?
Nev: Çok üzülerek söylüyorum, içten dışa, dıştan içe, aşşağıdan yukarı ve yukarıdan aşşağı kirleniyoruz. Atık meselesi, gri su tankı meselesi, paylaşımda saygı konusu. Sebahattin Ali “deniz gibidir gökyüzü, aldırma gönül aldırma” dese de, ne yalan söyleyeyim epey aldırıyorum bu meseleye. Halbu ki deniz bize söyletmişti, ”Ben idare etmem” demişti, ”Benle şaka olmaz” demişti, ”Benden aldığını senden geri alırım” demişti. Şimdi duyuyor muyuz deniz mi? Belki son dönemlerde biraz daha fazla. Yeterli mi? Hiç değil.
Gustav Yung’un bir sözü var: “Bilinçli olmayan ne varsa kader olarak deneyimlenecektir.” Yani, içte farkındalık olarak yaşamadığını, dışta kader olarak yaşarsın. İçimiz kirlenmese dışarda bu kadar kirlilik olur muydu sence? Biz de şarkıdaki gibi olmalıyız. ”Denizlerin dalgasıyım, bu ülkenin kavgasıyım”. Bunu diyemiyorsak, işimiz çok zor!
KY: Biz röportaj yapmıyoruz burda, bizimki söyleşmek en fazla ama sana şöyle iki tane tipik röportaj sorusu soracağım. Birisi, ne yer, ne içersin, tekne sofrasında ne seversin?
Nev: Benim en keyif aldığım lezzet, tabii eğer balıktaysam, çiğ balık kafasıdır. Tuttuğum balığın kılçığını hemen ayırırım, limon sıkıp biraz sızma zeytinyağı, az tuz ve biber. Püf noktası yalnız: güneşte kendi kendine pişecek! Yanında bir duble aslan sütüyle beraber demleneceğim.
KY: Bak şimdi de en klasiği geliyor: Sırada ne var?
Nev: Benim tabii, en büyük motivasyonum, yeni şarkılar üretmek, o sözleri yazmak, bestelemek ve kaydetmek. Bu işte en büyük arkadaşım deniz ve metaforları. Deniz suyu sürmeli dudaklarına içmeli mavi / Yosun kokmalı saçların, tuzlu tuzlu sevişmeli / Yıldızları örtmeli üstümüze. Bu “Mavi”ydi. Her albümümde bir yerlerde deniz vardı. Ama şimdi bir tane “denizci şarkıları” albümü yapmak istiyorum. Bedri Rahmi’nin bir şiiriyle başladım yeni albüme. Çakıl diye bir şiirini besteledim. “Seni düşünürken bir çakıl taşı ısınır içimde.”
KY: Herkes önce bunu sorar ama ben sonda sorarım. Son olarak, nasılsın?
Nev: Çok mutluyum. Neden biliyor musun? Seçen, vazgeçen bir adam oldum. Kolaycılığa eyvallah etmedim. Tabii ki, kavga ettim ama dikkat çekmeye de uğraşmadım. Ne ocu oldum, ne bucu. Bundan dolayı hiç bir şey kaybetmedim. Belki de bu yüzden, hayat bana her şeyi verdi.
Söyleşi: Kayhan Yavuz, Setur Marinas Highlights Editörü
Fotoğraflar: Hasan Tahsin Kural, Setur Kalamış & Fenerbahçe Marina Ön Büro Temsilcisi